Auckland | Halil Paşa yazdı

ads ads ads ads
31/01/2017

ads
Auckland | Halil Paşa yazdı

Turizmcilere, ekonomistlere, yazılı, görsel ve elektronik medyanın önde gelen kuruluş ve yazarlarına, nihayet kitap ve ansiklopedilere göre; “Dünyanın yaşam kalitesi en iyi olan üç-beş şehrinden birisi…

Sokaklar ve caddeler temiz. Her gün ve gece şehrin bir merkezinde eğlence ya da etkinlik yakalamak mümkün.

Dört buçuk milyonluk Yeni Zelanda nüfusunun neredeyse üçte biri Auckland’da yaşıyor.

Nüfusu on kat daha az olsa da, Auckland İstanbul kadar büyük bir alanda kurulmuş. Buna karşın çok derli toplu, temiz ve planlı bir şehir. Şehir merkezi ve civarında her yer, neredeyse yürüme mesafesinde. Eski yapıların yanında çok katlı gökdelenler de var, yemyeşil, rengarenk çiçeklerle bezeli parklar da ve de her birisi yüzyıllık devasa anıt ağaçlar da.

Auckland bir milletler mozayiği. Avustralya’da olduğu gibi, Uzakdoğulular ve sanırım onların arasında da Çinliler çoğunlukta.



Daha otobüse biner binmez pek çok lisanın aynı anda konuşulduğunu işitiyorum. Ancak otobüse binmek için istenen fiyatı duyunca biraz bozluyorum. Çok da uzak olmayan uçak alanından şehir merkezine gitmek için İki kişi tam 40 Yeni Zelanda doları (yaklaşık 110 tl) ödüyoruz.

Eh az gelişmiş ülke zenginliği ile Avustralyada da, Yeni Zelanda’da yaşamak, hiç de kolay değil.

QUEEN STREET

Otelimiz şehir merkezine yürüme mesafesinde. Bavullarımızı odaya atar atmaz, elimizde kamera, cep telefonu, arkamızda sırt çantası şehri keşfe çıkıyoruz.

Queen Street, belki de insan trafiğinin en yoğun yerlerinden. Cadde baştan sona mağazalar, cafeler, irili ufaklı lüks ya da fast-food tarzında, take-away ya da işte normal dükkanlar şeklinde, bin bir çeşit ülkenin mutfaklarıyla dolu.

İlk karşımıza çıkan eski mimarisiyle Town Hall binası oluyor. Binayı geçer geçmez üç beş basamak merdivenlerle çıktığımız meydandan, Latino müziğinin nağmeleri yükseliyor.



AOTEA Meydanı’na hoş geldiniz!. Burası açık hava müziği ile dansın merkezi. Girişi, Yeni Zelanda’nın ilk yerlileri Maurilerin desenine benzer bir takın altından olan, etrafı dışarıda yoldan gelip geçenlerin göreceği şekilde çevrelenmiş alanda gerili tentelerin altında kurulmuş, ayakta atıştır tarzı büfeler ve dansçılar için sahne... Latin müziği hızlandıkça, sahnedeki çiftler de müthiş döktürüyor. Peki kim bu dansçılar? Merak edip girişten içeriye giriyoruz.

Derken müzik hız kesiyor ve duruyor. Mikrofonu alan bir kadın ile yanında genç erkek; latin dansı öğrenmek isteyenleri sahneye davet ediyor. Civardaki turist, mahalleli, meraklı sahnede yerini alıyorlar. Ve ders başlıyor. Önde iki dansçı eğitmen, arkasında onlarca çift…

One, two, tree… Four five, six…

Left right, left… Right, left, right…

Burası AOTEA Meydanı. Müziğin, dansın, eğlencenin ve bütün bunları öğrenmenin merkezi. Herkesi meydanda Latin dansıyla baş başa bırakıp ayrılıyoruz. Meydanın köşesinde saat kulesiyle “Civic Theatre” binası da şehrin tiyatro merkezi olmalı.



Pizza (camında “Little Italy” yazıyordu), Teryaki Chicken (Japon), Mombai foods (Sih çalıştırıcının büfesi), King Kebap (tabelasında Türk bayrağı asılı ancak çalıştıran arap), Midnight Express (sahibi arap, sanırım lebanese olmalı), Tay, Çin, Mexican, Fush and Chups (Fish and Chips’in Yeni Zelandalıcası-hp) lokantlarının camlarında fiyatlar ve yemekler ile ilgili kısa seyrimizden sonra nihayet bir karara varabildik.

Genç Hintli tezgahtarın ikinci çağrısı ile küçük bir dükkandan ibaret olan Hint lokantasında bir “tikka masala soslu tavuk-pilav” ve “az acılı büryani-pilav” molası verdik.

Üçüncü durağımız, şehrin hemen her noktasından görülen “Sky Tower” oldu. Kişi başı 28 dolardan, iki kişi toplam 56 dolar ödeyip sıraya girdik.



Bir televizyon ve radyo kulesi olarak inşa edilen Sky Tower 328 metre yüksekliğinde.

Asansör önce 50’nci kattaki cafe’de durdu. Sonra 51’inci katta biz indik asansörden. Daire biçiminde 360 derecelik katta, camların arkasında Auckland’da henüz gün batmamıştı. Cam çerçevelere yanaşıp da şehre baktığımda, ayaklarımın bastığı yerin de cam olduğunu ve kırılacak olsa 200 metrenin altındaki caddeye hani pat diye düşeceğimi düşünüp biraz irkilmedim değil…


Sonra bir başka noktadan asansörle kulenin 60’ıncı kata çıktık.

Burada artık altımızda Auckland şehri bizden daha bir uzaklaşırken, uzakta Sydney’deki Harbour Bridge ile aynı isme sahip ve fakat kötü taklidi gibi duran ince uzun köprüye, Viaduct, Hobson ve Waitemata körfezlerine ve mavi sulardaki yelkenlilerle ufukta batmak üzere olan güneşe, daha bir yaklaştık.

Harika bir manzaraydı. Hepsinin de bizim gibi turist olduğunu sandığımız ve Almanca, İtalyanca, Japonca, Çince, Hintçe, Amerikan aksanlı sözcükleri dillendiren genç çiftlerin, güneşi batırmak üzere kulenin batı cephesinde yere oturmuş, manzaranın keyfini çıkarıyorlarken bulduk.

Güneş kızıllaştı. Ancak ufukta batmazdan önce bulutlar kapadı önünü.

Diretti, siyahlı beyazlı bulut kümelerinin arasından göz kırptı, el salladı…

Ancak yine de ufuk çizgisine ulaşamadan kaybolup gitti. Ama hani şehrin semalarını da kızıla boyayıp gitti…

WOOLWORTH

Seyahat ederken hep lokantalarda yerseniz, para dayanmaz.

Hem Üniversitede Ekonomi bölümünü boş yere okumadım ben. Yani…

Demek istediğim diğer şehirlerde olduğu gibi, bir de Auckland’daki marketlere göz attık. Çünkü Yeni Zelanda’da oteller pahalı ve kahvaltı için kelle başına en az 14 dolar alıyorlar.

Bu saatten sonra tuvaleti, banyoyu ve odayı, kendisi gibi diğer turistlerle paylaşan gençler gibi “backpacker”lik çağımız çoktan geçtiğinden dolayı da, eh işte, 3 bazen 4 veyahut da apt. otellerle seyahatimize bir miktar renk ve heyecan katarak durumu idare ediyoruz…

“Doğrusu 28 dolara bir değil, üç kahvaltı yapmak mümkün”;

Cafe’de ve hatta pek çok markette yarım litre suyu 4 dolara içmek yerine, 3 litre suyu 2 dolara almak da olası.

Başka yararları da var ekonomik olmanın. Şimdi size anlatacağım…

Woolworth’un kapısından içeriye daldık ya… Bir de baktık ki soğutucuların raflarında dizi-dizi bizim hellimler. Hem de bir çeşit değil. Farklı isimlerle en az dört çeşit ben saydım. Tabii isimler Yeni Zelanda’lı şirketlere ait.

Başka?


Kiwi var ya. Hani ince yeşil kabuğu soyulup da bıçakla ikiye ayrıldığında, ortasındaki minik siyah çekirdecikleri yeşilin tonlarıyla çevrelenmiş ekşimsi meyve.

Buradan alıp yediğimiz Kiwi’nin tadı hala damağımda.

Yeni Zelanda’ya gidip de Kiwi yemeden dönmeyin.

Şarap reyonlarını görürsünüz, şehrin yerlilerini, satılan ürünleri tanırsınız.

Burası teknolojinin kullanıldığı bir ülke. Alır, tartar, pakete koyar, makineye ödemenizi yapar, kapitalizmin makinede içselleşmiş teknolojiyi kullanarak nasıl işçiden tasarruf ettiğine (kar maximizasyonu olayı-hp) şahit olursunuz.

Neyse devamı yarına kaldı Auckland’ın da 

31/01/2017 19:40
Bu habere tepkiniz:
Habersiz kalmamak için Telegram kanalımıza katılın
ad
ad
TAGS: Auckland, halil paşa
MANŞETLER

HK TATİL

© 2024 Haber Kıbrıs Medya Danışmanlık ve Matbaacılık Ltd.