“DÜNYA’NIN CENNET KÖŞELERİNDEN BİR YER” VİNALES VADİSİ HAVANA-PİNAR DEL RİO YOLUNDA…
31/05/2015
Halil Paşa
Onaltı yönetim bölgesine ayrılan Küba’da, Pinar Del Rio bunlardan birisi.
Adanın kuzey batısında yer alan Pinar Del Rio yolu üzerinde, 1991 yılındaki Pan Amerikan oyunlarında kürek yarışmaları için yemyeşil tepeler arasındaki vadide inşa edilmiş yapay bir göl olan La Koralela ile karşılaşıyoruz. Dünyada sosyalizmin çöktüğü ve büyük hayal kırıklıklarının yaşandığı bir anda, Küba’nın “sosyalist” ülkeler ve özellikle de Sovyetler Birliği ile ticaretinin ortadan kalkmasıyla derinleşen ekonomik krizine rağmen bu oyunları gerçekleştirebilmesi, tabi o zaman için büyük bir olaydı…
Otobüsümüz göl kenarında yemyeşil bir alanda, devlet işletmesi olan bir konaklama tesisinin önünde duruyor. Her restoran ve kamuya açık eğlence ve dinlence yerlerinde tuvaletlerin paralı olduğunu (hava alanındaki tuvalette bile benden para talep edilmişti-hp) ilk defa burada tecrübe ediyorum.
Eğer bozuk paranız yoksa? Bu durumda size önereceğim oldukça işe yarayan bir taktiğim var. Kapıda tuvalet bekçisinin size uzattığı kağıt peçeteyi almadan girin ve çıkarken de bekçinin tersi yöne bakarak (mesela tuvalet bekçisi sağa bakıyorsa, siz o anı yakalayıp sola ya da havaya bakın-hp) hızla dışarı çıkın derim…
Buradaki kır lokantasında içtiğim Daykiri nefisti. (İnsanoğlunun bencilliği işte. Çişe para ayırmaktan imtina eder de çişini getirecek içeceğe para harcamaktan kaçınmaz-hp)
Gölcüğün karşı kıyısındaki kolokas tarlalarını (Kübalılar “golkas” diyorlar-hp) görünce, biz Kıbrıslılar kendimizi; “uzak diyarlarda bir başka Kıbrıslı tanıdıkla karşılaşmış gibi hissetmiştik”, ya da bana öyle gelmişti.
“Golokaz gardaş, dünyanın bir ucundaki bu adada işin ne?”
Küba’da kaldığımız sürece “King Long” marka Çin’den ithal bir otobüsle seyahat ettik. Yeri gelmişken yazmış olayım. Küba’da yollar Avrupa kentlerindeki kadar iyi olmasa bile, Çinli otobüsümüzle seyahat ederken kimsemiz de rahatsız olmadık.
O gün Havana-Pinar Del Rio yolunda gördüğümüz en kötü manzara, çarpışan iki TIR’dan birinin ters dönmüş perişan hali ile yüklüğünden fırlayarak etrafa saçılan kolokaslardı.
Yine de bu kötü manzarayı, az sonra yeşil bir coğrafya, yemyeşil tütün ve kolokas tarlaları ve kına gibi Küba toprakları bize unutturacaktı…
PARQUE NATİONAL VİNALES
Havana’dan yola çıktıktan iki buçuk –üç saat kadar sonra (molalar dahil) Pinar Del Rio’ya vardık.
Otobüsümüz, iki modern otelin bulunduğu, Parque Nacional Vinales’i (Vinyales Ulusal Parkı) tepeden ve cepheden gören doğal bir settin üzerinde durdu. Masalarının önünde turistlere satacakları hediyelik eşyaları dizmiş bekleşen Vinalesli satıcıların yüzü güldü.
Küba’da nereye giderseniz gidin, hediyelik eşya sergileriyle satıcıları çıkacaktır karşınıza…
Otobüsten indik ki Parque Nacional Vinales’i tüm heybetiyle büyük bir vadinin içerisinde yer alan ilginç dağ ve tepe kesitleri, palmiye ağaçları ve yeşilin türlü tonlarıyla, büyük bir sinema ekranı gibi karşımıza çıktı. Harika bir manzaraydı.
Hava tertemiz ve oksijen yüklüydü.
Zaten Vinales Vadisi, Pinar Del Rio’nun en yeşil ve doğası en güzel yerlerinden birisi. Bölge devrim’e kadar Küba’nın en fakir bölgelerinden birisiymiş. Ama bu fakirlik konutlaşmayıp betonlaşmamayı ve sonuçta bakir bir coğrafya olarak kalmayı beraberinde getirmiş. Şimdi bu bakirliğinin karşılığını, verimli tarımsal üretimin yanı sıra, bir de doğa turizmi ile kazanca dönüştürüyor Vinales. Üstelik de UNESCO’nun Dünya Mirasları Listesi’ne girerek.
Hani derler ya ölmeden önce gidip görmeniz gereken yerler nereleridir?
“Vinales Vadisi ölmeden gidip görmeniz gereken dünyanın cennet köşelerinden birisidir” diye buraya bir Paşa notu düşmüş olayım.
Zenginliğin, her zaman gelişmiş teknoloji, kişi başına düşen yüksek gelir olmayabileceğini, insan Vinales Vadisi ve buradaki doğayı görünce daha iyi anlıyor.
Bozulmamış, betona bulanmamış yeşil, sakin ve sessiz bir doğa. Ve ben orada masmavi bir gökyüzünün altında oksijenle yüklü havayı ciğerlerimin son gözeneğini dolduruncaya kadar içime çektiğimde, adamdan binlerce kilometre uzakta, okyanusun öte kıyısında olmama rağmen kendimi çok huzurlu ve mutlu hissettim.
“Modern Turizm”in beton bloklardan oluşmuş beş yıldızlı otellerde hoparlörleri sonuna kadar açık müzik yayınlarının yapıldığı havuz başı sefalarından ve de günde üç öğün tıkınmalardan ibaret olmadığını, cep telefonları, tabletler ve laptoplar için sunulan çekim gücü yüksek WF’ilerden arınmış böyle sakin ama dingin coğrafyalarla karşılaşınca daha iyi anlıyor insan…
Küba’da doğası bakir kalmış Vinales Vadisi, turizmin bu türü için biçilmiş bir kaftan.
Otobüsümüz Vinales kasabasının ortasından geçerken dikkat etmiştim. Rengarenk tek katlı evlerin pek çoğunun önünde kiralık olduğu yazılıydı. Anlaşılan, Avrupa ve Amerika kıtasından pek çok turist buraları çoktan keşfetmiş. Bu nedenle olmalı Vinales’te pansiyonculuk gelişmiş. Bölge ahalisi, evinin tümünü ya da birkaç odasını kiraya veriyor. Bazı evler ise minik lokantalara dönüşmüş.
Vinales Vadisi topraklarında, Küba’nın en iyi tütünleri yetişiyor. Bu tütünlerden de adanın en iyi puroları üretiliyor. Kübalı rehberimiz Amilcar, buradaki toprağın nemli, kireçli ve killi olmasının, tütünün kalitesini olumlu yönde etkilediğini söylüyor.
Vinales’e seyahatimiz tütünün hasat dönemine denk gelmişti. Henüz hasat edilmemiş olan tütünlerin, kolokas kadar kocaman yeşil yaprakları vardı.
Amilcar, Kübada tütünün üretiminden hasadına uzunca bir hikayesini anlatıyor bize…
Anlattıklarından yakalayabildiklerime gelince:
Tütün önce tohum olarak ekiliyor. Tohumdan elde edilen fidanlar ekim ayında tek-tek tarlalara dikiliyor. Elli ile seksen gün arasında büyüyen tütün, yapraklarının aldığı biçime bağlı olarak üç aşamada hasat ediliyor.
İlk aşamada en alttaki yapraklar toplanıyor. Sonra ortada yer alan ve en son olarak da en üstteki yapraklar kesiliyor. En alttaki yaprak en az değerli olanıymış. Ortadaki adı üzerinde orta değerde ve en üstteki en geniş yapraklarsa en değerli olanıymış.
Tütün hasat edildikten sonra önce kurutulur, sonra fabrikaya gönderilir. Vinales Vadisindeki kasabalardan birisinde ziyaret ettiğimiz bir çiftlikte, damı sazlarla kaplı genişçe bir kulübenin tavanına asılıp kurumaya bırakılmış tütün yapraklarıyla karşılaşmıştık.
Bu şekilde kurutulan bu yapraklar fermante edilir, sonra da %90’ı, puro yapılmak üzere mülkiyeti devlete ait tütün fabrikalarına gönderilirmiş.
Pinar del Rio’nun Vinales Vadisinde iklim, sadece tütün değil, sebze yetiştirmek için de çok uygunmuş. Yüzyıllardır üretim geleneksel yöntemlerle sürüyormuş. Nitekim yol boyunca dikkat ettim, tarlalarda ne kadar çok traktör varsaydı bir o kadar da öküz ve saban vardı.
Bu çağda tarihin geçmişinde kalmış böyle üretim araçlarını görmek insana ayrı bir huzur veriyor.
VİNALES’DE BİR VEGO’YU ZİYARET:
Damı sazlarla kapatılmış büyükçe bir kulübe ile iki köy evinin arasındaki toprak alana, bizi taşıyan Çinli otobüsümüz park ederken, aynı model başka bir Çin malı otobüsteki Fransız turistler de çiftlikten yenile ayrılıyorlardı.
Küba’da tütün çiftliklerine Vego, tütün üreticilerine de Vegero denir.
Siyah bıyıkları, Akdeniz yanığı teniyle güleç yüzlü kırklı yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim Vegero’nun bizi karşılamasıyla, saz damlı kulübesine davet etmesi bir oldu.
İçtimaya çağrılmışız gibi kulübesinin içinde ayakta ve rahatta karşısına dizildik.
Önce bizi süzdü. Karşısında üç-beş beş erkek, yirmi-yirmi beş kadın görünce, yarı şaka- yarı ciddi bir eda ile her erkeğin kaç karısı olduğunu sordu. Belli ki Türkiye’de AKP ile oldukça görünür olan İslamın bu veçhesinin evrensel şöhreti, vadinin derinliklerindeki Vinales kasabasının bir ucundaki çiftliğin Vegero’suna kadar ulaşmış.
Derken Vegero tane-tane, kelimelerin üzerine basa-basa konuştu…
“Topraklarıma hoş geldiniz” diye başladığı sözlerini şöyle sürdürdü: (Yani Küba’da toprağın tasarruf hakkının tanındığı ve bu hakkın babadan oğla geçtiği bir tür özel mülkiyet var-hp)
“10 dönüm toprağım var. Sadece tütün değil, fasulye, malanga (patates gibi kökleri olan bitki-hp) domates ve golkas da yetiştiririm.
Ama en önemlisi tütün. Çünkü en büyük geliri tütün getiriyor.
Tütün’ün %90’nını devlete satmak zorundayız.
Ama bana %20’si kalıyor” diye ilave etti.
Bakın bana kalan %10 değil, %20 dedi ve kahkahayı koyverdi…
Peki bu nasıl oluyordu.
Çok geçmeden Vegero’nun bizi evine davet etmesiyle konuya vakıf olduk.Nitekim davet kısmının “kahveler şirketten” faslından sonra, Vegero’nun evindeki yatak odasının önünde küçük bir kuyruk oluştu. Bu yatak odasında istiflenmiş olan puroların satışıyla ilgili bir kuyruktu. Biz çiftlikten ayrılırken bir başka Çin malı otobüs park etti evin önünde ve içerisinden Fransızca konuşan pek çok beyaz tenli turist indi. Az sonra küçük bir tanıtım nutkundan ve %20 esprisinden ve de kahve ikramından sonra büyük bir olasılıkla onlar da Vegero ile eşinin loş ışıklı yatak odasının önünde, tıpkı bizim gibi tanesi bir cuc’dan puro satın almak üzere kuyruğa gireceklerdi.
Bizim kafileye en az 60 civarında puro satışı yapan bu Vegero’nun günde en az 10 otobüsü ağırlamış olduğunu düşünün… Bir günde 600 puro satarak 600 cuc; yani 600 dolarlık bir satış yapabilmesi mümkündü
Üstelik puro satışı çiftliğin yatak odasında gerçekleşiyor ve bununla ilgili herhangi bir mali kayıt-kuyut da tutulmuyordu.
Halbuki devlette çalışan bir doktorun eline ayda 60 - 70 cuc geçiyordu.
Turizm sektörü Küba’da sınıfsal dengeleri değiştiriyor muydu?
Bu noktada Amircal’e verelim sözü:
“Bir çiftçinin en çok 60-70 dönüm arazisi olabilir. Devlet çiftçilere toprağın kullanma hakkını, yani işletmesini verir. Bunda amaç toprakların ekilmeden çorak kalmasının önüne geçmektir. Bir çiftçi en çok 67 hektar araziyi devlete para ödemeden ekebilir, üzerine ev yapıp çocuklarına miras bırakabilir”…
Bundan sonrası yoruma açık şeyler olduğu için sanırım artık otobüse binip Vinyales Vadisi’ni kaldığımız yerden gezmeye devam etme zamanıdır.
MOGOTE VE “TARİH ÖNCESİ KAYA RESMİ”
Çiftlikten çıkarak kasabanın içerisinden geçtik. Yol boyunca önlerinden geçtiğimiz ve hatırı sayılır miktarda tek katlı şirin evlerinin pansiyon, lokanta ve de bar olarak işlev gördüğü Vinales kasabası o kadar güzel ve sakindi ki. Kolonyal mimari örneği bir kırsal yerleşim alanı olan kasabanın bu tek katlı evleri, kavboy filmlerinin geleneksel Amerikan kasabası evlerini andırıyordu. Hele de evlerin verandalarındaki sandalyeleri üzerinde sallanan birkaç Kübalı ihtiyarın o umarsız halleri, dünyanın öte ucundaki bu Küba kasabasının, bana, tam da kafa dinleyecek müstesna yerlerden birisi olduğu izlenimini vermişti.
Kiralık olan evlerin balkon duvarlarına deniz çapası işareti konmuştu.
Vinales’in yanı sıra, Havana ve Trinidad şehirlerinde de kiralık olan bütün binalarda bu deniz çapası işareti asılıydı.
Küba’da evini pansiyon olarak turistlere kiralamak isteyenlerin önce devletten izin alması gerekiyor. izniyle mümkün oluyor. Devlet her yıl hem bu pansiyonları denetliyor, hem de yeni müracaatlar varsa, turistlere kiralamaya uygun olup olmadığına karar vermek için ilgili memurlarını gönderiyor.
Pansiyonculuk için uygun görülen konutlar için devlet ev sahibinden bir yıllık ruhsat ücretini peşin tahsil ediyor. Bir de pansiyonun müşteri yoğunluğuna göre ikinci bir vergi daha alıyor devlet. Böylece ek bir maliyete katlanmadan, ek bir inşaata gidilmeden, hem doğa korunmuş oluyor, hem de devlet gelen turistten ek bir gelir elde ediyor. Kasabalı da turizmden kazanç sağlamış oluyor. Bu da batılıların moda deyişli “çift kazan”lı (kazan-kazan) mottosundan bir adım ötede, Kübalıların üç “kazan”lı (kazan-kazan-kazan-hp) metodolojisine denk mi geliyor?
Sanırım…
Küba’da doğa ile baş başa kalarak kafasını dinlendirmek isteyenler, kırlarda, vadi ve dağ yamaçlarında uzun yürüyüşler yapmak ve ölmeden önce dünyada görülmesi gereken yerlerden birisinde bulunmak arzusunda olanlar için, Vinales harika bir coğrafya…
Otobüsümüz, kasabayı gerisinde bırakarak Vinales Vadisi’nin derinliklerine dalıyor…
Vadi içinde, zaman içerisinde aşınarak, kimi kıvrım-kıvrım, kimi top-top olmuş adına Magote denen ilginç şekilli yuvarlak kızıl tepeler karşılıyor bizi. Uzaktan bakınca, tepelerin kayalıklarında karınca yuvası gibi irili ufaklı delikler…
Magote kayalıkları, kireç taşından oluşuyor. Nasıl oluştuğuna gelince…
Zamanla kireç taşından kayalıkların yamaçları, yağmur ve rüzgarların aşındırmasından dolayı yıkılıyor. Altından kızıl ve delikli kaya şekilleri çıkıyor. Biraz dikkat edilince kayalar üzerindeki bu deliklerin irili ufaklı mağaralar olduğunu fark ediyoruz…
Bir zamanlar İspanyol sömürgecilerden kaçıp kurtulan Afrikalı köleler, kentlerden epeyce uzakta bulunan bu Mogote kayalıklarına sığınırlarmış. Günümüze kadar gelen bu mağara girişlerine, o zamanlar şehirlerden kaçarak buralara sığınan kölelere verilen isimden dolayı, Palenke denmiş.
Amilcar’a göre; Mogote’lerin içerisinde, henüz araştırılmayı bekleyen dünyanın en uzun mağaraları var…
Bizi taşıyan Çinli otobüsümüz vadi içerisinde ağır-ağır ilerlerken tam karşımızda, dev bir kayanın önünde, uzun, geniş, dümdüz ve yemyeşil bir büyük alanda duruveriyor. Birkaç futbol sahası büyüklüğündeki yeşil alanın sonunda, heybetli bir duvar şeklinde yükselen muazzam büyüklükte bir kayalık var. “El Mural de la Prehistoria” (Tarih Öncesi Resim anlamına geliyor-hp) adı verilen devasa dinazor ve ilk insan figürleri çizilmiş olduğunu gördük.
Kaya resmileri tarih öncesini betimlese de, aslında bu devasa tablo, yağlıboya ile yapılmış muazzam büyüklükte bir resim. 1960-65 yılları arasında, hem ressam ve hem de bir coğrafya bilimcisi olan Leovigildo Gonzales tarafından yapılmış. Bunda amaç bir yandan evrim teorisini anlatmak, diğer yandan da doğa ve çevre konusunda çocukları ve gençleri uyarmakmış. Vadinin kenarında sarp bir kayanın üzerine çizilmiş bu dev duvar resimlerinin yüksekliği 120 metre, genişliği ise 180 metre.
Yeşil düzlüğün kıyısına kurulmuş ve adını kaya resimlerinden alan “Mural de la Prehistoria” isimli bir büyük kır lokantası vardı. Yemekler arasında malanga vardı. Şekil olarak bildiğimiz muza benziyor ama pişirilince patates’ten daha koyu kıvamda kekre bir tada sahip Küba mutfağına has bir yemekti. Yanında ince doğranmış ve sosa bulanmış kolokas kızartması geldi. Domatesli bir salata ve Kübalıların ünlü birası Bucanero.
Uzakta vadinin bir yerlerinden bir derecikten gelen suların şırıltılı sesi...
Karşımızda kayalığın doğal manzarası ve yeşil bir halıya benzeyen otlar…
Vinales Vadisi’nin bu köşesi de, gerçekten huzur harikası bir yerdi…
CUEVA DEL INDİO MAĞARASI
Vinales Vadisi’nin her bir köşesi gezmekle ve anlatmakla bitmez tabiat güzelliklerine sahip oldukça geniş bir coğrafyaya yayılıyor.
Vadide yer alan Cueva Del Indio Mağarası da bu doğal güzelliklerden bir tanesi. Mağara’nın girişine yanaştığımızda, İspanyolların köle olarak işletip adada soylarını tamamen tükettikleri Kızılderili ve onların basit yaşamlarını sergileme çabasında genç bir kız ve delikanlı karşılıyor bizi... Fotoğrafı çek, uzatılan şapkanın içerisine birkaç peso at…
Sonra ilerideki Palenke’nin (mağara girişi) küçük taş merdivenlerinden tırman.
Mağara’nın içerisinde nemli ve bunaltıcı bir hava hakimdi.
İçerilere doğru yürüdükçe, şimdiye kadar gezip gördüğüm mağaralar içerisinde en kalın sarkıtların bu mağarada gördüklerim olduğunu fark ettim.
Yüz metre kadar yürüdük yürümedik. Dar bir geçitte önümüze ince uzun bir göl çıktı. Kenara çekilmiş bir sandala bindik. Motor işledi. Ve sağımızda, solumuzda, hatta üzerimizdeki kayalıklara bakarak gölün durgun sularında ilerledik. Kayalıkların bir kısmı, zamanla aşınmaya uğrayarak, insan ve timsah kafası gibi ilginç şekiller almış. Kayalıkların aldığı bu tuhaf şekillenmelere bakınarak, gölden çok genişçe bir kanalı andıran mağaranın sularında bir süre gezindik. Derken tünel gibi bir yerin ucunda küçük bir ışık huzmesi belirdi. Sandal ışığa doğru yaklaştıkça ışık seli de büyüdü. Derken göl sularıyla birlikte, kendimizi mağaranın dışında bulduk.
Sonuçta güzel ve sakin bir mağarada, gölle karışık küçük bir kanal gezintisi yapmıştık.
Cueva Del Indio Mağarası, içindeki oluşan bu doğal gölüyle bir tabiat harikasıydı. Ancak eğer beni hafızam yanıltmıyorsa, yıllar önce Lübnan'ın başkenti Beyrut'un 18 km kuzeyindeki Nahr al-Kalb Vadisinde gezdiğim, Jeita Mağarası’nın gölü kadar görkemli ve ferah bir göl olduğunu yazamadan edemeyeceğim…
Mağara çıkışında yan yana tezgahları üzerinde dizi-dizi hediyelik eşyalarıyla Kübalı satıcılar bizi bekliyordu yine... Sanırım buradaki tezgahların tümü de devlet işletmesiydi.
Devletin adına hediyelik eşya satanlar, fiyatlarda pek pazarlık yapmıyorlar. Hatta çoğu hiç yapmıyor. Üzerinde yazılı olan fiyat neyse o. Gerçi doğrusu da o ya. Halbuki Havana’da kendi özel tezgahlarını işletenlerden pazarlık yapmadan hiçbir şey alınmaz. Çünkü pazarlığa bağlı olarak bazen üzerinde yazılı fiyatın yarısının altına bile düşebiliyorlar.
BİZİM KOLOKAS YA DA GOLOGAZ, KÜBA’DA OLDU GOLKAS…
Küba’da biz Kıbrıslılar için en büyük sürpriz pek çok lokanta ve otellerin menülerinde bizim gologaz ile karşılaşmamız oldu.
Küba’daki adı da golkas.
Yalnız orada bizdeki gibi tavuk, kereviz ve domates ile yemeğini değil de, yalnızca ince ince dilimleyip, bir şeylere bulayıp kızartmasını yapıyorlar.
ELVEDA VİNALES!..
Gidin Küba’ya… Gidin ama Vinales’e uğramadan da dönmeyin.
Burası insana huzur veren harika bir coğrafya.
İster inanın ister inanmayın yukarıdakine ve sahibi olduğu cennet ve cehennemine.
Ama not düşün bir yerlere…
“Bu dünyada varsa cennet diye bir yer, bir köşesi de, okyanusun öteki ucunda, Küba’da Vinales Vadisi’dir” diye…
Akşama doğru bölgeden ayrılırken, geride “dünyanın ölmeden görülmesi gereken en güzel coğrafyalarından birisini” bıraktığımı düşünüyordum…
“Elveda ey Vinales, elveda ey cennet…”
- Kıbrıs sorunu çözüme hazır değil!
- BREXİT, AÇGÖZLÜ SERMAYE VE EŞİTSİZLİK
- İngiltere'nin Brexit’e Hayırı Ne Anlama Geliyor?
- Zeytinin Kökleri
- SEL FELAKETİNİN ARDINDAN UNUTMAMAMIZ GEREKENLER
- GELECEĞİN TOPLUMU VE KIBRIS: 4
- GELECEĞİN TOPLUMU VE KIBRIS: 3
- GELECEĞİN TOPLUMU VE KIBRIS: 2
- Geleceğin Toplumu ve Kıbrıs: 1
- Mağusa’ya Kıymayın Efendiler
- TÜM YAZILARI için tıklayınız