İnsanı ve doğayı sevmeden yurdunu sevmek mümkün değildir…
03/03/2018
Halil Paşa
ANKARAYI SEVMEK
Geçtiğimiz hafta yolum Ankara ve Eskişehir’e düştü. Her zaman olduğu gibi Ankara’da 78 kuşağı ODTÜ’lü arkadaşlarım- yoldaşlarım beni yalnız bırakmadılar. Zaten onlarsız ve hatırası olmayan bir Ankara’yı sevmem ne mümkün!.
Şehri dolaşırken, sıkıyönetimi, kentteki tedirgin havayı, bir şeylere sancılı olduğunu hissetmemek mümkün değildi.
Güvenpark’dan karşıdaki eski Gima ve PTT binasına geçmek için altgeçit’e indiğimizde polisler eşimle beni durdurup kimliklerimizi görmek istediler. İyi ki yanımızdaydı.
12 Mart ve 12 Eylül sıkıyönetim günlerinde de, şehrin ana merkezlerinde polisler rastgele vatandaşları durdurur, ellerindeki isim listeleri ve fotoğraflara bakarak kimlik kontrolleri yaparlardı.
Nedense her Ankara’ya uğradığımda, o masum Kızılay amblemli binayı görebilme ihtimalim bile heyecan duymama yetiyor hala! Üniversite yıllarımda ODTÜ’den şehir merkezine giderken şimdi beton ormanına dönmüş olan Emek ve Bahçelievler semtlerinin o yemyeşil ovalarını, yolları çamurdan gecekondu mahallelerini, gençliğimin Ankara’sını unutmam ne mümkün. Hele hapishanelerinden karakollarına, mahkeme binalarından polis copuna, küçük ahşap kürsülerinde ihtilalci nutukların çekildiği ve devrim yazılı gösterişli pankartların yer aldığı Tandoğan Meydanı’ndan Sıhhiyeye, Ulus’tan Cebeciye ve bir keresinde zapt ettiğimiz Kızılay ile Maltepe caddelerinin her birini miting meydanına çevirdiğimiz o gençlik günlerime sırtımı dönmediğim sürece… Ankara’yı unutmam ne mümkün!
Bu gidişimde Zafer Çarşısında bir kişinin bile bir kitapçıdan ya da pasajdaki dükkanların birisinden alış veriş yaptığına şahit olmadım. Kızılay binasının katili AVM’de ise alış veriş canlısı insanlar yerine öylesine ortalıkta dolanan gönülsüz müşterilerle karşılaştım. Sıhhiye’den yürüyüp Hamamönüne kadar uzun bir yol yürüdük Figen’le.
Ben şimdiye kadar hiç bu denli içi geçmiş ve heyecansız bir Ankara görmedim.
Türkiye’nin topyekun savaşa girdiği bir anda, Ankara’nın cadde, sokak ve meydanlarında, AVM’lerinde ve dolmuş kuyruklarında karşılaştığım insanlarında ürkütücü bir telaş vardı sanki. Ben bu şehrin insanlarının “ne yapacağını bilmez ve telaş içinde ve de bu kadar çok şaşkın” hissettiğimi hatırlamıyorum. Anlayamadığım bir gariplik vardı sanki koca şehrin sokaklarındaki kalabalıkların üzerinde.
Kıbrıs Sorunu, Türkiye donanması ikide birde Navtex çeker denizlerimiz yaz gelmeden kaynamaya başlarken, uçakla adamızın yarım saatlik uzağında sıcak ve kanlı bir savaş tüm şiddetiyle sürer, haberler şehit cenazelerinden ve de öldürülen insanlardan “bir sayıdan ibaretmişler” gibi “etkisiz hale getirildi” sözcüklerinden geçilmezken, Türkiye’nin başkentinin elbette cıvıl-cıvıl olması imkansızdı.
Yine de Ankara’ya giderseniz eğer; siz siz olun Hamamönüne mutlaka uğrayın! Garsonların, yok kömürde, yok bakır cezvede pişiriliyormuş reklamlarına aldırmayın. Kahveyi pas geçin! Demli çay ısmarlayın kendinize. Bir de mutlaka ve mutlaka simidi sokak satıcısından alın. Üç simit iki lira; ama tanesi bir lira…
Demem o ki; bırakın horoz istediği kadar ötsün radyo ve televizyonlarda. Adamıza kadar ulaşan “beslemeler, hainler” nutuklarına kafayı da takmayın! Bilin ki; sımsıcak tavşan kanı demli çaya, üzeri pekmez karası çıtır sokak simidini yakıştıran ve 40 - 50 yıl önce oralarda devrim için mücadele etmiş her Kıbrıslı, Ankara’yı da Türkiye’yi de seviyor demektir.
ESKİŞEHİRİ SEVMEK
Eskişehir’e hızlı tren için internet üzerinden bilet almaya kalktık. İlk bileti “bayan” hanesini işaretleyip eşime kestik. Sonra hemen yanına “bay” butonunu işaretleyip… Almak ne mümkün!. Uğraş uğraş olacak gibi değil! Madem yeni kurala göre satın alırken bay ve bayan yan yana tren bileti almak mümkün değil.” Bayan” Figen ve “bayan” Halil olmanın ne sakıncası vardı ki?.
Elimizde iki “bayan” adına kesilmiş biletlerimiz Eskişehir’e yolculuk ettik.
Eskişehir’e her yıl olmasa da, iki üç yılda bir giderim. Kıbrıs’ta iş bulamayınca doktorluğunu bu şehirde yapan yeğenimin şehri Eskişehir. Mezun olalı beri orada ve bu şehirde kurdu aile yaşamını da. En büyük ablamın büyük oğlu. Tüm yeğenlerimle oyunlar oynadım delikanlılık çağımda. Ama o ilk olduğu için, haliyle ona daha çok zaman ayırma fırsatım oldu. Bir de “ilk olan farklı olur” derler ya.
Eskişehir’in son 20 yılda parça parça gelişmesine şahit oldum ben. Ortasından geçen b.k’lu akarsuyunu, derme çatma yollarını, ahı gitmiş vahı kalmış evlerini, dökülen mahallelerini, kargacık-burgacık dükkanlarından mütevellit geleneksel çarşısını… Bütün bunların, zamanla kenti turizme açacak denli, al benisi muhteşem güzellikte otantik yapılara dönüştürüldüğüne şahit oldum.
Eskişehir’in ortasından geçen Porsuk Çayı şimdi daha temiz. Ferforje demirli köprüleri üzerinde yer alan heykelleriyle daha alımlı. Etrafında cafeleri, çayevleri, barları ve lokantalarıyla daha batılı. Odunpazarı semtinde arnavut kaldırımlı, malta taşlı tertemiz sokaklarında, gezinenleri birkaç yüzyıl öncesinin yaşamına taşıyan konaklarının seyrine gerçekten doyum olmaz. Nalburundan baharatçısına, çiğ börekçisinden bozacısına, bakkalından manavına, kahvecisinden kuruyemişçisine, kumaşçısından mefruşatçısına, kuyumcusundan saat tamircisine, yok-yok denecek eski ile yeninin sanki bir ara kesiti. Eskişehir eski olan pek çok şeyini koruyup o kadar güzel sergilemiş ki.
Bunlarla da bitmiyor. Kent merkezinin dışına, disneylandvari yapıların, bir göletin, plajı da bulunan bir akarsuyun, eğlence ve dinlence yerlerinin, yemyeşil ağaçların ve rengarenk çiçeklerin bulunduğu, yetmedi kenarına bir de modern futbol stadyumunun inşa edildiği muhteşem bir park inşa edilmiş.
Uzatmayayım. Ara ara gittiğim Eskişehir’de bütün bu değişimleri gözleyip görüntüleme fırsatım oldu. 1999 yılından beridir şehrin belediye başkanlığını yapan, sol kimliğiyle öne çıkmış akademisyen Prof. Ünal Büyükerşen ve kadrosunun, şehrin bu muazzam dönüşümündeki payı büyük. Demem o ki kentsel dönüşüm, eğitim kadar siyasi zihniyetle de ilgili.
Eğer hala gitmemişseniz, hiç durmayın gidin ve görün Anadolu’nun göbeğinde bir vaha gibi duran bu kenti. Eskişehir’i görünce, inanın Türkiye’yi daha çok seveceksiniz.
AİZANOİ ANTİK KENTİ.
Her seferinde olduğu gibi bu kez de Eskişehir civarında çok farklı yerlere gittik. Birisi Yazılıkaya idi. Diğeri de Aizanoi antik kenti.
Yazılıkaya’yı anlatmayı haftaya bırakıp size Aizanoi’den bahsedeyim.
Eskişehir’e komşu Kütahya’nın, Çavdarhisar ilçe sınırları içerisinde yer alan Aizanoi antik kenti, Zeus Tapınağı, Stadyumu, Tiyatrosu ve borsası (çarşısı) ile Roma Döneminden kalma, bir tepe üzerine kurulmuş. Dünyanın en iyi korunmuş Zeus Tapınağı burada. Sütunlarını birbirine bağlayan üzerindeki kirişlerin mermerle kaplı olması, onu dünyada tek örnek yapıyor.
Aizanoi, 13.500 kişilik stadyumu ve 20.000 kişilik antik tiyatrosu birbirini tamamlayan kompleksinin bir örneğine, bugüne kadar dünyanın hiçbir antik şehrinde rastlanmış değil.
M.S. 2. yüzyılın 2. yarısına tarihlenen dünyanın ilk borsalarından birisi de bu antik kentte yer alıyor. Duvarlarında, M.S. 301 yılında enflasyonla mücadele için tespit edilmiş imparatorluk pazarlarında satılan malların fiyatlarının yer aldığı ve günümüze kadar oldukça iyi durumda korunmuş olan bir de yazıt yer almakta.
Sanırım Aizanoi, Selçuk’daki Efes’ten sonra Türkiye’nin ikinci büyük antik kenti.
Kazı çalışmalarının uzun zamandır durmuş olduğu Aizanoi’de, yoksulluk ve sefaletin, üzerine kurulmuş köyün evlerinde ve sokaklarında kol gezdiğini yazmadan edemeyeceğim.
Aizanoi, Türkiye’nin bu en büyük ikinci antik kenti, yıllardır kendisini ortaya çıkaracak zihniyeti bekliyor.
İNSANI VE DOĞAYI SEVMEYENİN, ZAFERİ DE YURT SEVGİSİ DE, BÜYÜK BİR YALANDAN İBARETTİR.
Ha de içimde kalmasın yazayım.
İnsanları öldüren savaş makinelerine ve bu ölüm makinelerini kullanmaları için insanların eğitilmesine harcanan paraların yüzde birini, kendi ülkesinde dünyanın en önemli Zeus Tapınağının bulunduğu antik kenti Aizanoi için harcamış olsaydı, belki o zihniyetin yanılgılarını anlamaya çalışırdım. Ancak karşımızda çocuklardan yaşlılara, ağaçlardan bitki örtüsüne ve nihayet doğadaki diğer canlılara ve de tarihi ile kültür dokusuna varıncaya kadar mermilerle bombalar yağdırarak katletmeyi, kendi insanına zafer ve dünyaya barış ve sevgi diye göstermeye çalışan bir zihniyetle karşı karşıyayız.
Demem o ki; Afrinde yaşayan çocukların ölmemesi, doğasının yeşil, tarihi ve kültürel dokusunun korunması, Afrin’in Kürtler mi, Araplar mı, yoksa Türkler mi; hangi ulus tarafından yönetileceğinden çok daha önemlidir.
Aynı şekilde Akdeniz sularının kirlenmemesi, Kıbrıs’ta yeni bir savaşın patlak vermemesi, çıkacak olan doğal gazdan da, o doğal gaz rantının paylaşım kavgasından da çok daha önemlidir.
Bu Suriye’de girişilen Afrin harekatı ve adamızın etrafında ilan edilen Navtexlerle gerginleşen ve “vatan-millet” aşkı üzerine sabah akşam televizyon, radyo ve gazetelerin manşetlerine yansıyan vatan-millet ve had bildirmeyle malul nutuklar var ya…
Ve bir de savaşlarda insanların ölümlerini “şehitlik” ile kanıksatan ve doğanın tahribatını zerre kadar umursamayan savaşa odaklanmış akıl var ya…
Bu siyasi akılların hiçbir şekilde ne insanı, ne de doğayı, ne diğer canlıları velhasıl dünyamızı seven bir yanını görmek mümkün değildir.
Ortada bir gerçek vardır ki; o da insanı ve doğayı düşünmeden, ulusal zafer, savaş ganimeti ve denizin altından çıkacak hazine rüyalarıyla, velhasıl kafasını savaş çıkarmakla bozmuş bir siyasi aklın, yurt sevgisinin de, yurdu için zafer vaadinin de, sunturlu (dehşetli) bir yalandan ibaret olduğudur...
- Kıbrıs sorunu çözüme hazır değil!
- BREXİT, AÇGÖZLÜ SERMAYE VE EŞİTSİZLİK
- İngiltere'nin Brexit’e Hayırı Ne Anlama Geliyor?
- Zeytinin Kökleri
- SEL FELAKETİNİN ARDINDAN UNUTMAMAMIZ GEREKENLER
- GELECEĞİN TOPLUMU VE KIBRIS: 4
- GELECEĞİN TOPLUMU VE KIBRIS: 3
- GELECEĞİN TOPLUMU VE KIBRIS: 2
- Geleceğin Toplumu ve Kıbrıs: 1
- Mağusa’ya Kıymayın Efendiler
- TÜM YAZILARI için tıklayınız