KATİLİNDEN NEFRET ETMEYEN ÜLKE VİETNAM: 3

ads ads ads ads
20/03/2016

ads

Halil Paşa Halil Paşa


Müze çıkışında rehberimiz Dung’un Amerikalılar için sözleri oldukça ilginçti:

“Her şeyden önce Amerika bu ülkeyi işgal eder yakıp yıkarken, Amerikan gençleri, aydın, sanatçı ve entelektüelleri, biz Vietnamlıların direnişine, gösterileri ve yazılarıyla büyük destek verdiler. Tarihin bizi haklı çıkaracağını söyleyerek bize cesaret verdiler. Bugün ülkemizi ziyarete gelenler arasında epey Amerikalı turist var. Hatta savaşa katılmış ve şimdi Vietnam’ı merak eden pek çok Amerikalı eski askerler de geliyor. Çoğu açıkça pişman olduklarını söylüyorlar. Zaten Amerika ile savaş da yıllar önce ve bizim zaferimizle sona erdi.”

Dung’a göre sokaktaki Vietnamlı gençler ve yetişkinler, kendilerini savaş galibi ülkenin çocukları ve torunları olarak mağrur görüyor. Öte yandan turizm Vietnam için iyi gelir kaynağı ve Amerika ve Avrupa’dan gelen varsıl-batılı turistler ülkelerine hatırı sayılır bir gelir getiriyor.
Amerika işgal edebilmek için yalnızca 2 milyonu sivil, 3 milyon Vietnamlının ölümüne yol açmakla kalmadı; aynı zamanda bu ülkenin ormanlık ve yeşil alanlarını da napalm ve fosfor bombalarıyla yakıp kavurdu.

Bir başka ilginç olan şey de, ABD işgali sırasında Çin’den destek alan Vietnamlıların, hatta kültürel olarak da kendilerine çok yakın olan Çin’i, ABD’den daha tehlikeli buluyor olmaları…

Vietnam korkunç savaşın izlerini geride bıraktı. Şimdilerde dünyanın en fakir ülkeleri arasından sıyrılıp yukarılara tırmanabilmek için, üretmek ve olabildiğince ekonomik büyümeyi ve kalkınmayı sağlamakla meşguller. İnsanları da varsıllaşmanın, daha iyi bir yaşamın peşinde…

Mevlana’nın deyişindeki gibi…

Dünle beraber gitti cancağızım  / Ne kadar söz varsa düne ait  / Şimdi yeni şeyler  söylemek lazım…

Dünün rotası sosyalizm iken bugün, batılılaşmanın, bireyselleşmenin, kapitalizmin peşinde olan bir Vietnam var. Ucuz iş gücüyle Dünya markalarına üretim merkezi olarak varsıllaşmaya çalışan bir Vietnam… Dışarıdan bakınca bunu görmek çok da zor bir şey değildi.
Saygon Notre Dam Katedrali de, Fransız sömürge yıllarında inşa edilmiş.
SAYGON MERKEZ POSTANESİ

Araba şehrin meydanının baş köşesinde yer alan Katedral ile Postane binalarının arasında, yol üzerindeki bir boşluğa park ediyor. Doğruca Postane binasına yöneliyoruz. Bina 1866 yılında inşa edilmiş. Mimarı tanıdık bir isim. Paris’teki Eyfel Kulesi’ni inşa eden Gustave Eiffel.

Saygon’daki Merkez Postane, aynı zamanda Vietnam’ın da en büyük postane binasıdır ve yüzyılı aşkın bir süredir hala çalışıyor.

İki katlı Postane’nin 20’nci yüzyıl başlarından kalma ahşap yeşil panjurları yapıya otantik bir hava katıyordu. Binanın ortasında üçüncü katın da yer aldığı büyük bir kemerli kapısı vardı. Merdivenlerinden çıkıp doğruca kemerli kapıdan içeriye giriyoruz. Girişte iki yanımızda turistler için hediyelik eşya satan iki dükkan. Doğruca içeriye yürüyoruz. Tavanı yüksek, koskocaman bir salonun tam karşı duvarında Ho Chi Minh’in gülümseyen devasa fotoğrafı. Fotoğrafın altında yuvarlak saat dördü yirmi geçiyordu. Salonun iki yanında posta işlerini gördüğünü sandığım minik dükkanlar, ortasında ise bir masa ve etrafına dizilmiş, tezgahtaki-incik-boncuğa bakan turistler vardı. Dışarıdan bakınca, binanın, Avrupalılar (Fransız sömürge idaresi) tarafından inşa edilmiş olabileceğini, Avrupa görmüş her ademin kolaylıkla anlaması mümkündü. 

Beni en çok etkileyen Merkez Postane salonunun zeminindeki desenli mermerler oldu. Öyle güzeldiler ki.

Postane binası her yıl farklı bir renge boyanıyormuş. Ben gördüğümde yeşil panjurlarına karşın bina sarıya boyanmıştı. 
Saygon Merkez Postane. Her yıl bir renge boyanır. Orada olduğum Ocak-2016’da, bina sarıya boyanmıştı. Vietnam’ın Fransız sömürgesi olduğu dönemde inşa edilmiş. Tasarımcısı Paris’te Eyfel Kulesi’nin de mimarı olan Fransız Gustaf Feisel.
SAYGON NOTRE DAM KATEDRALİ

Merkez postanesinin çaprazında, meydanın sakin köşesinde yer alan 60 metre yüksekliğiyle Katedral binası yer alıyordu. Paris’teki Notre Dam Katedraline benzetilmiş. Ancak Paris’te benzetilmeye çalışılan muadilinden çok daha küçüktü. Kapısından içeriye girince, kolonları, kemerleri, iç mimarisiyle tipik bir Katolik Katedrali’ne benzediğini gördüm. Vietnam’ın en kalabalık ve en gürültülü şehri olan Saygon’da, Katedral binasına girer girmez ilk hoşlandığım şey binanın sessiz ve sakin ortamı olmuştu. İçeriye adımı tam atmıştım ki; kapıdaki Vietnamlı şapkamı çıkarmamı söyledi. Katedrallerde, kiliselerde, camilerde ve askeriyede kapalı mekanda “şapkalar çıkarılır kuralı” böylece bana da uygulanmış oldu. Burada ne kentin gürültüsü, ne egzoz dumanı... Seyahatlerimde, sessiz sakin bir şekilde kafa dinleyecek, kendimi toparlayacak bedava bir mola mekanıdır Kilise ve Katedraller.

Bu nedenle uzun ve yorucu uçak yolculuğundan sonra Katedralin sessiz ortamı ilaç gibi gelmişti.

Saygon’daki Notre-Dam Katedrali ve Postane gibi günümüze kadar gelmiş birçok görkemli bina, Vietnam’ın Fransız sömürgesi olduğu 1863 ile 1880 yılları arasında inşa edilmiş.

Marx’ın yazmış olduğu gibi sömürgeciler; gittikleri ve zorla ele geçirdikleri ülkelerde, insanlık tarihinde pek çok acıya, yıkıma ve tahribata neden olsalar da, inşaattan ulaşıma, üretimden tüketime, ekonomik ve ticari “gelişmenin” ve nispeten ileri teknolojilerin de taşıyıcısı oldular…

Öte yandan Katedral dini bir mabet olsa da (Din toplumun afyonudur-Marx)  bu kadar görkemli bir binayı inşa edecek teknoloji ve bilgi birikimine ihtiyaç vardı. Elbette bina inşa edilirken iş gücü Vietnamlılar tarafından karşılanmıştı. Ama o denli heybetli bir inşaatı yapacak teknolojiye ve bilgi birikimine de, dönemin zalimleri, Fransız sömürgeciler sahipti.
Cao Dai Tapınağında Budizmin Kaodaist dinine mensup olan Vietnamlı görevlisi her isteyen turist ile fotoğraf çektirmekten kaçınmadı.
HO CHİ MİNH MEYDANDA

Kaldığım otelin önünde trafiğe kapalı bir upuzun bir meydan vardı.

Meydanın ortasında devasa bir heykel.

Ho Chi Minh’in heykelinden bahsediyorum. Saygon’a ismini veren, Vietnamlıların çok sevdikleri, 68 ve 78 Kuşağı dünya gençliğinin kahramanları Ho Chi Minh. Bir eli havada meydandan gelip geçenleri selamlıyordu. Geceleyin ışıklar altında, arkasında aydınlatılmış Fransız sömürge döneminden kalma görkemli tarihi Belediye binası… Muhteşem bir görüntüydü… Fotoğrafladım…

Sabahleyin Ho Chi Minh’i meydanda bırakıp, Mekong Deltası’na doğru otobüsle yol aldık.
Kabuğu soyulmuş yenmeye hazır Jackfruit meyvesi. Nefis bir lezzeti vardı.
CAO DAİ TAPINAĞI VE KAODAZİM

Yolumuz üzerinde Cao Dai Tapınağı’nda mola verdik. Tapınak binası sanki de Walt Disney’in çocuk filmlerinden fırlamış minik bir sarayı andırıyordu. Bina, Kaodaizm mensuplarının ibadet yeriydi. 

My Tho şehrine giden yol üzerindeki bu Kaodaist Tapınağından içeriye girince dışarısı gibi desenlerle süslenmiş ve rengarenk olduğunu gördük.

Derken içeriye beyaz sakallı bir Vietnamlı girdi. Adı Laul. Tapınağın görevlisiydi. Birlikte fotoğraf çekme teklifimizi kabul etti ve her isteyenle de tek-tek fotoğraf çektirdi.  

1926 yılında Güney Vietnam'ın Tay Ninh şehrinde kurulan Kaodaizm, tek tanrılı bir din. Cao Dai mecazi olarak Tanrı'nın hükmettiği en yüce manevi yer anlamına gelir. Kaodaistler, evreni yaratan Tanrı'nın kısa adı olan, “Duc Cao Dai” sözcüğünü, “saygıdeğer Tanrı” terimini sık-sık kullanırlar. Kaodaistler, Tanrı'yı dinin kurucusu olarak kabul eder ve dinin öğretilerinin de bizzat Tanrı'dan aracısız geldiğine inanırlar. Bu dinde de tek tanrılı diğer dinlerde olduğu gibi Tanrının her şeyi kontrol ettiği, İsa’nın da Tanrı’nın gerçek oğlu ve bir Buda olduğu kabul edilir.

Dinin taraftarları, ibâdet etmeyi, şiddete başvurmamayı ve vejetaryenliği ve gökyüzündeki Tanrı'ya kavuşmayı hedeflerler.  Kaodaistlerin sayılarının iki ile üç milyon arası olduğu, 30 bin kadarının da Amerika, Avrupa ve Avustralya'da yaşayan etnik Vietnamlılardan oluştuğu tahmin edilir.

Budizmin bir çeşidi olan Kaodaizmi, çok şirin tapınaklarını ve yan binada beyazlar giymiş Kaodiastleri orada bırakarak, bizi My Tho şehrine götürecek otobüsümüzle yola devam ettik.  
: Megonk nehrinin adaya girinti yapan, her iki yanı palmiyelerle çevrili dar ama uzun bir kolunun çamurlu sularında “Çin Kayığı” da denen Sampanalarla ilerledik.
MY THO

My Tho, Mekong Deltası’nda 1680 yılında kurulmuş bir şehir. Fransızlar uzun yıllar sömürgeleştirecekleri Vietnam topraklarına ilk kez buradan çıkmışlar.

Nehrin iskelesinde dizi-dizi motorlu nehir tekneleri. Bir tanesine doluştuk. Ağır-ağır akmakta olan ve adeta büyük bir gölü andıran nehrin kabarık, çalkantılı, akıntılı ve bulanık sularında karşı kıyıdaki Tek Boynuz Adasına doğru ilerledik.

Nehri karşıya geçerken, uzakta sisler içerisinde, gideceğimiz ada ile My Tho şehrini birleştiren, Japonların inşa ettiği büyük ve oldukça heybetli bir asma köprü gördük.
ADALARDA

Mekong nehrinin karşı kıyısına varınca kayığın motor sesi kısıldı. Ahşapları çatırdayan iskele üzerinden yürüyüp, nehrin üzerindeki dört adadan birisi olan Tek Boynuz adasına ayak bastık.

Tekne ise, bizi sonradan alacağı adanın bir başka kıyısına doğru hareket etti.

Toprak patikada, verimli Megonk Delta’sının alivyonlu toprağından adeta fışkıran hindistan cevizi, mango, guava, Jackfruit, papaya vb. tropik ağaçların arasından yürüdük. Pek çok evin bahçesinde mezarlar gördük. Vietnam kırsalında yaşayanlar ölülerini ya evlerinin bahçesine ya da en yakındaki tarlaya gömülüyorlar. Tıpkı Karadeniz’in bazı köylerinde olduğu gibi…

Kuzey Vietnam’da, Budizm’den ziyade, geleneklere, ritüellere dayanarak gömülenlerin mezarları birkaç yıl sonra sabah şafak atmadan karanlıkta açılır, kemikleri alınır ve daha küçük yerlere gömülürmüş. Bu şekilde ölünün de rahata erdiğine inanılırmış.

İlk çıktığımız dar asfaltta, turist müşterilerini bekleyen kısrakların koşulduğu arabalara bindik. Ancak sürücüsü mü acemiydi, yoksa kısrakları mı huysuzdu, yol boyunca tehlikeli zig-zak çizerek ilerledik.

Sonra yine ağaçlar arasında kaybolmuş kimi ahşap, kimi beton evlerin önlerinde yer alan dar patikalar boyunca ilerledik. Tropik meyveler satan kadından, 1 dolara bir naylon ayıklanmış jackfruit satın aldık. Dilimler halindeki meyvesi kavun renginde ve çok lezzetliydi. Longan balı(siyah bal), polen, kurtulmuş tropik meyveler, likörler, hasırdan konik Vietnam şapkası, alkol dolu şişelerde yılan akrep, timsah yavrusu ve nihayet turistler için hediyelik eşyalar satan tezgahların arasından geçtik. 

Çoğu kadınlardan oluşan ailenin bireyleri tarafından işletilen Hindistancevizi şekeri (Coconut Candy) atölyesinde, bu katkısız şekerin üretiminin her aşamasına şahit olduk. Çocukluğumun toffee şekerlerine benziyordu.

Sonra bir büyük çardağın altında çaylarımızı yudumlarken, yöresel müzik aletlerinin tınılarına ve adanın genç kadınlarının ince-tiz sesleri eşliğinde Vietnam şarkılarına kulak kesildik.

Sonra kalkıp yine bir toprak patika yolda, koyu yeşil tropik ağaçların arasından, bahçelerinde büyük küpler olan evlerin önünden yürüdük. Büyük küplerin, içme suyu bulunmayan adada, yağmur sularını biriktirip içme suyu olarak biriktirildiğini öğrendik. Köylülerin kullandıkları ve yıkandıkları su ise nehir suyuymuş. Adanın hamaklarda sallanırken uyuklayan erkekleri, satış tezgahlarının başından eksik olmayan kadınlarından daha mı tembeldiler? Bilemeyeceğim…

Sonunda yürüye-yürüye Mekong nehrinin bir kolu üzerinde yer alan bir köprüye vardık.
SAMPANALARLA GEZİNTİ

Köprünün hemen altında, nehrin sazları ve kamışları boyunca, çamur rengi bulanık sularında turist müşterilerini bekleyen yüzlerce kayık ve kürekçilerle karşılaştık. Vietnamlıların Sampana (Çin Kayığı da denir)dediği ince uzun ahşap sandallarda dört kişi bir kayığa yerleştik. Adalı iki kürekçi uzun küreklerini, nehrin çamurlu sularına daldırdı. Her iki yanı koyu yeşil palmiyelerle kaplı, ne nehre, ne de dereye bezeyen çamurlu sularda ilerledik. Ters yönden gelen ve kadın kürekçilerin de bulunduğu başka Sampanalara vura-sürüne ilerledik. Bir çeyrek kadar sonra bir ahşap iskeleye yanaşıp kürekçiler için birer dolardan toplam dört dolar ödedik.

Ahşap merdivenlerden yukarıya tırmandık. Bizi adaya bırakan motorlu teknemizi, üzerinden yürüyünce çökecekmiş gibi gıcırdayan ahşap bir iskelenin kenarında bekler bulduk.

Geldiğimiz gibi nehrin bulanık, çırpıntılı ve akıntılı sularında karşı kıyıdaki My Tho şehrine vardık.

Öğleyin suları Lotus çiçekleriyle kaplı, damları sazlardan, duvarları biriket ve ahşaptan, pervazları kütüklerden bir restoranda yediğimiz pirinç yufkasına sarılı Fil Kulağı balığının tadı hala damağımda.  

20/03/2016 19:42
Bu habere tepkiniz:
Habersiz kalmamak için Telegram kanalımıza katılın
ad
ad
TAGS: halil paşa
MANŞETLER

HK Halil Paşa

© 2024 Haber Kıbrıs Medya Danışmanlık ve Matbaacılık Ltd.