Kıbrıs’ta Anıları Sırtlamak

ads ads ads ads
14/09/2014

ads
Kıbrıs’ta Anıları Sırtlamak

POLİ - ÖNTAÇ DÜZGÜN / İki tarih öğretmeni Koral Özen ile Güven Uludağ, 200 liseli öğrenci ile birlikte Kıbrıslı Türklerin yakın geçmişteki yaşam biçimlerini konu alan sözlü tarih çalışması gerçekleştirdiler.

Bir kısmı halen ölmüş olan 200 yaşlı yurttaşımız ile günler süren söyleşiler yaptılar ve bu söyleşilerin değişik temalardan oluşan bir bölümünü “Kıbrıs’ta Anıları Sırtlamak” adı altında kitaplaştırdılar.

Nesiller arası yabancılaşmanın tavan yaptığı günümüzde “babalarımız, dedelerimiz gerçekten bu koşullarda mı yaşıyorlardı?” dedirtecek türden çarpıcı bir çalışma ortaya çıkardılar. Biz de onlarla bir söyleşi yaparak ne yapmak istediklerini anlamaya çalıştık.

 

Poli: Yayına hazırladığınız kitabınız bir proje kitap özelliğinde. Çok sayıda liseli öğrencinin yer aldığı bir sözlü tarih çalışması ve bu alanda bir ilk oluyor. Bu yöntemi neden tercih ettiniz? Neden gençler? Neden sözlü tarih? Buna bağlı olarak sözlü tarih yayınları toplumda çok yeni başlamış. Yakın geçmişi çok az sayıda yayınlanan anılar ve otobiyografik yazılardan öğreniyoruz. Toplum bu açıdan neden çok kısır? Bunun tarihsel bir gerekçesi var mı?

 

Güven Uludağ: Sondan başlayalım isterseniz. Annan Planı’nın Kıbrıs sorununa çözüm taslağı olarak sunulduğu Kasım 2002’den başlayarak, Kıbrıslı Türklerin büyük bir toplumsal hareketlilik yaşadığını hepimiz hatırlıyoruz. Nisan 2004’teki referanduma kadar devam eden bu hareketlilik, Kuzey Kıbrıs’ın siyasal yapısında önemli değişikliklere neden oldu. 2003 Aralık seçimleri sonrasında Cumhuriyetçi Türk Partisi, Demokrat Parti Koalisyon Hükümeti oluşturuldu. Yeni hükümet, Kıbrıs tarihi kitaplarının bilimsel bir zeminde yeniden yazılması için eğitim bakanlığı bünyesinde komisyonlar oluşturdu. Farklı tarihlerde ve farklı komisyonlarda da olsak, ikimiz de CTP’nin uhdesinde olan eğitim bakanlığının Kıbrıs tarihi ders kitaplarını yenilemek için oluşturduğu komisyonun üyeleri arasında ve yakın tarih konusunda görevlendirildik.

İşte bu dönem, belge tarihçiliğinin dışına çıkmak ve sözlü tarihle bilimsel bir disiplin olarak tanışmamıza olanak sağladı. Çıkmak zorundaydık çünkü, bizde belgelere yüklenen anlam o derece abartılıyor ki, yazılanların gerçekten yaşanmış olduğu sorgulanmıyor bile. Oysa öncelikle belgeyle sunulanın gerçekten yaşanmış olanı sunup sunmadığını inceleyip çözümlemiş olmamız gerekiyor. Çünkü belge denen evrak, genellikle geleceğe iz bırakacak kadar güçlü olabilen egemenlerin, yaşanmakta olana verdikleri tepkilerdir. Ve tahmin edileceği gibi, bu tepkiler olması gereken bir dil içinde ifade bulurlar. Sonuç, ortaya çıkan ürünün resmi bir kurgulama ile sunulması ve sonuçlarına toplumun eğitim aracılığı ile inandırılmasıdır.

Eğer biz bilimsel zeminde çalışacaksaydık bu çarkı da kırmak zorundaydık. Üstelik öyle bir coğrafyada yaşıyoruz ki, yakın tarihimizin bilinmezlik, mağduriyet, kahramanlık ve ayrılık odaklı siyasal tarihine inat Kıbrıslıların sosyal tarihi tam bir ortaklıkla oluşmuştu. Sadece bu bile belgelerin yanı sıra sözlü tarihle yol almamızı kaçınılmaz kılıyordu.

Ancak bunu yapmak bile sanıldığı kadar kolay değildi. Elinize bir kayıt cihazı, ya da kağıt kalem almakla sonuçlandırabileceğiniz bir emek hareketinden söz etmiyoruz ne yazık ki.

Burada bireyler, devlet ve seçkinler karşısında önemsizleştirilmiş, sıradanlaştırılmış ve yaşanmışlıklarının önemsizliğine inandırılmıştı. Bu şekilde bireyler de kendileri ile ilgili belgeleri saklama, yaşadıklarını kayıt altına alma gibi bir tasarrufa yönelmemişlerdi. Ve çok ilginçtir; bu insanlar geçmişte bir yaşanmışlıkları olmasına rağmen yaşadıklarını inkar ve anlatılanları sahiplenme gibi bir pozisyon almışlardı. Önemsizleştirilmeleri, geçmişte bu insanlarla ilgili araştırmalar yapan bilgiler toplayan ve günümüze belgeler bırakan çalışmaların yapılmasını da değersiz bir çabaya dönüştürmüş ve bu tür çalışmalar yapılmamıştı. Birey tarihin içinden dışlanmış, sıradan insanların geçmişi unutturulmuştu. Böylelikle Kıbrıslıların geçmişleri ile yani yaşlıların dünyası ile bağları koparılmış oldu. Kıbrıs’ın tarihi, seçkinlerin tarihi, seçkinlerin yaşanmışlıkları ve onların yönettiği bir dünya üzerinde yaşanmış, yoksullar, işçiler, köylüler, sıradan aileler, onların yaşamları, evleri, giyimleri, yedikleri içtikleri, bu tarihin konuları içerisinde yer almamıştı. Bu anlayış, kendi tarihine yabancılaşma sorunu yaratmıştı. Ve aslında bu yabancılaşmayı besleyen en önemli unsur da galiba korkuydu. Aradan 50 yıl geçmiş olmasına rağmen Ziver Aba’nın bize “söyleyim ?” diye sorması, bireylerde oluşan korkunun bugün bile ortadan kalkmadığını gösteriyor ne yazık ki.

Ve evet, Eğitim ve Kültür Bakanlığı ve Kıbrıs Türk Orta Eğitim Öğretmenler Sendikası’nın doğrudan desteği ile 2007’de başlatılan proje, katılımcı sayısı ve aktif görüşmecileri açısından Kıbrıs’ın genelinde alanında gerçekleşen en geniş katılımlı sözlü tarih projesi. Proje kapsamında 200 görüşme, 200 farklı öğrenci tarafından gerçekleştirildi. Bu görüşmeler sonrasında oluşan bağ, kuşaklar arası iletişime inanılmaz katkılar sağladı. Biz bu proje öncesinde ilkokul öğrencileri ile de buna benzer bir proje yürütmüştük. Ve o proje sonrasında aldığımız dönütler bu projede olduğu gibi abartısız söylüyorum mükemmeldi. Projeyle hedeflenen birçok akademik hedefe ulaşmak, beklenendi ve ulaşıldı da aslında. Birçoğunu da sıralayabiliriz. Öğrencilerin araştırma ve soru sorma, sosyal ve kişilik becerileri geliştirme, birlikte çalışma ve işbirliği yeteneklerinin gelişmesi, süreklilik ve değişim gibi temel tarih kavramlarını öğrenmesi, karşılaştırma becerileri ile bilinen olaylar için yeni yorumlar geliştirmesi, görüşmelerle okul ile yaşam arasında köprü görevi kurmayı öğrenmesi vb. bir sürü kazanım. Ama günün sonunda en önemli kazanım, bize dönen ve neredeyse birçok kişi tarafından ortak bir dille adlandırılan tarih aile meclisi oldu. Bu görüşmeler sonrasında birçok evde günlerce aileler geçmişi, yaşanmışlıkları konuşur hale gelmişti. Ve böylelikle, göz ardı edilen ve başkalarının eline bakan bazı yaşlı insanlara, geçmiş yaşantılarına geri dönmeleri ve genç kuşaklara değerli bilgiler aktarmaları yoluyla bir itibar ve amaç duygusu kazandırılmış da oldu. Bu da çok önemliydi bizim için.

Ve son nokta. Bu bir projeydi. İlkokuldan başlayıp, lise öğrencileriyle devam eden ve eğer o dönemki hükümet devam etmiş olsaydı yaygınlaştırılacak bir proje. Proje ile yapılan görüşmeler arşivlenecek, bazıları çözümlenecek ve bazı görüşmeler okul kitaplarında yer alacaktı. Tarihten söz etmiyoruz bu arada sadece. Bir örnek vereyim size. 1940’lı yıllarda bazı bölgelerde yaz aylarında yeni bir testi alınır, o testinin içine buğday arpa taneleri atılır, ağzı çalı çırpı ile kapatılır sonra da evin damına konurdu. Çalı çırpı konmasının nedeni kuşların tohumları yememesiydi. Eğer o tohumlar, yaz boyunca çiğden açılır ve testinin dışına çıkabilirse o yılın yağışlarının bol olacağına inanılırdı. Bu ve buna benzer bilgilerin Kıbrıs coğrafyası derslerinde yağışlarla ilgili eski inançlarımız başlığı altında verilmesi öngörülmekteydi. Bu sadece bir örnek. Spesifik olarak Kıbrıs tarihini aldığınızda da, tarih kitaplarında yer alan Kıbrıslı Türk Rum karakterler sayın desek 10 ERKEK’ten fazla isim sayılmaz. Oysa tarih bir bütün olarak yaratılıyor. Öğrenciler okudukları kitaplarda nenelerini, komşularını yani onlar gibi olanları görürse geçmişi sahiplenmek daha kolay oluyor.

 

 Poli: “Sayfasını çevirmeyen kadın” söyleşisi çok çok trajik bir insan öyküsünü anlatıyor. Savaşta yakınlarını kaybeden insanların acıklı anılarını ve yaşamda tutunma çabalarını hatırlatıyor. Üstelik sayıları hiç de az değil. Bu insanlar sizce Rum toplumundan farklı olarak bizde neden görmezden gelindiler? Neden acılarını yalnız yaşamak zorunda kaldılar?

Koral Özen: Ziver Teyze çok özel bir insan. Onu ulaşmak da, onunla konuşmak da inanılmaz bir deneyimdi ikimiz için de. Kitabın kapağını yayıncımız Ali Bizden’e gösterdiğimizde olmadı bu kapak deyip sayfaları çevirdi ve o fotoğrafı görünce işte bu dedi. Sırtına vurduğu bir düğün fotoğrafı ve elinde değnekle ana unsur haline gelen biri vardı fotoğrafta. Kadın mı, erkek mi olduğu çok belirgin değildi ama kısa kıvırcık, belki de uzun zamandır taranmamış saçları, kadın olduğu izlenimini yaratıyordu. Sırtında uzun bir kazak, boynunda da atkı olduğunu varsaydığımız bir şey vardı. O kadar emindik ki giydiğinin pantolon olduğundan. Ve fotoğraf bir davet yapıyordu adeta; bilinmezliği, içinde barındırması mümkün hikayesi ile. Fotoğrafın peşine düştük. Aysozemeno’dan göç eden insanların Lurucina’ya girişi sırasında çekilmişti o fotoğraf. Tanıdık Aysozemenolulara ulaştık önce ve onu bulduk. Omorfo’daki evine gidip karşısına oturduğumuzda bir süre sonra neler duyacağımızı bilmiyorduk. Duydukça gerildik. Bazen sustuk, çoğunlukla onunla gözyaşı döktük. İnanılmaz şeyler yaşamıştı. Ve en önemlisi yaşanmışlıklarını yaşamında görünür kılmış o günü, o sayfayı hayatında hiç kapatmamıştı. Ömrünü o günle yaşamış ve o günle bitirmeye yeminli kalmıştı. Ve galiba da en büyük trajedi, sizin de vurguladığınız gibi Ziver Teyze gibi olan özellikle de kadınların sayısının hiç de az olmaması. Bu bağlamda size ileriki çalışmalarımızda yer alacak bir hayattan kısa bir pasaj aktarayım isterseniz.

Zehra Seyit Hüdaverdi 1928 Baf kazasına bağlı Melandra köyünde doğdu. Sayit Hüseyin'le evlendikten sonra Küçük Kaymaklı'ya yerleşti. Üç kızları oldu. Eşi Sayit Hüseyin, 27 Aralık 1963'te sorgulanma bahanesiyle Rum silahlı güçleri tarafından alındı ve bir daha kendisinden haber alınamadı. Eşinin kaybolmasından sonra ailesinin yanında kaldı. Bu dönemde çocuklarını büyütmeye çalışırken, kendisine bağlanan maaşla da evinin borcunu ödedi. Eşi için çok ağladı ve çocuklarının da ağlamasını istedi. Ailesinin, “etraf darmaduman, barikatlar var bir yerlerde kısılıp kalmış olabilir, çocuklara öldü deme !“ uyarılarına rağmen çocuklarına sürekli ayni şeyleri söyledi. Çünkü artık babaları yoktu ve bunu hem öğrenmeli hem de buna alışmalıydılar. Ancak çocuklarına öğretmeye çalıştığını kendisi yapamadı ve yıllarca eşinin geri dönmesini bekledi. Sosyal, psikolojik ve ekonomik sıkıntılar yaşadı. 23 Nisan 2004'te karşılıklı geçişlerin başlaması ile yıllardır beslediği ümitlerini bir kez daha yeşertti. Kapıların açıldığı gün evinde toplanan çocuklarına “gidin o tarafta bir dolaşın, belki babanızı bulursunuz !” dedi. Eşini içinde, hep yaşattı. Üzerine çiçek bırakacağı bir mezar hiç olmadı. Eşinin arkasından “Allah Rahmet Eylesin” sözlerini hiç söyleyemedi. Bunu kaybetmek olarak kabul etti. Yıllarca siyahlar giyerek, yaşadığı acıyı dışa vurdu. Ancak bu bilinçli bir tercih değildi. Yıllar sonra bir anneler gününde kızlarının onun için aldıkları renkli elbiselerle, renklerin varlığını yeniden fark ettiğinde 78 yaşındaydı.

Bu hikayeler o kadar çok ki bu coğrafyada. Işık Kitapevi’nin organizasyonu olan kitap fuarının konuklarından biri Kıbrıs Cumhuriyeti’nin eski başkanlarından Vasiliou’ydu. Ortak bir gelecek için olmazsa olmazlardan biri olarak geçmişte yaşanan trajedilere dönük affetme duygusunun mutlaka gelişmesi gerektiğini söyledi. Katılıyorum. Ama Kıbrıs’ta şöyle bir sorun var. Neyi ve kimi affedeceğiz ? Bilmiyoruz. Bilmediğimiz şeyler için eskiden futbol takımlarının sahaya çıktığında üç defa “sağol, sağol, sağol” çekmesi gibi hep birlikte affediyoruz çekerek olmuyor bu. Bırakın iki toplumda da şiddet yanlılarının karşı topluma yaptıklarını, kendi içimizde birbirimize neler yaptığımızı dahi bilmiyoruz. Önce bilmemiz lazım. Zehra ve Ziver teyzelerden kim af dileyecek? onlara yapılanları kim affedecek? Maria’dan, Eftelya’dan kim af dileyecek?

Kıbrıslı Rumlarda da bu durum bizimkinden çok farklı değil aslında. Güneyde bu durumun bize göre daha görünür olması ne yazık ki özellikle kadınların, ULUSAL DAVA olarak isimlendirilen çarka kurban edilmesinden başka da bir şey değil. Şöyle bir örnekle devam edelim. Varsayalım ki Maria, kocası 1974 savaşında kaybolduğunda/öldürüldüğünde 25 yaşındaydı. O gün o kadına kocasının öldürüldüğü söylenmiş olsaydı, belki de bir süre sonra acısını içine gömerek yeni bir hayat kuracak, çocukları olacak ve hayata yeniden tutunacaktı. Oysa siyasi erk bunu yapmak yerine onlara, hep eşlerinin yaşıyor olacağı ümidini pompaladı. Türkiye’de tutuklu oldukları, madenlerde çalıştıkları, filanca köydeki Maria’ya kocasının telefon edip yaşadığını söylediği fısıldandı hep kulaklarına. Ve inandırıldılar. Ölüm yerine yaşamı umudu seçtiler. Gelen yabancı konukların önüne çıkartıldılar ellerinde sevdiklerinin fotoğrafları ile. Bugün bazı yerlerde görebiliyoruz yine bu kadınları. Ama yaşlanmışlar, çökmüşler artık. Öldürenler evet suçlu. Peki kayıp oldukları için bu insanların kulaklarına yaşıyorlar diye fısıldayarak onların olası bir yeni hayatlarını çalanlar daha mı az suçlu? Bu kadınlardan kim, kimler af dileyecek? Adada yaşayan iki toplumun yönetici pozisyonundaki kişilerinin ortak özelliği bu insanları tepe tepe kullanmalarıdır. Biri daha uzun, biri daha kısa sürelerle kullanmış… Çok da anlamını değiştirmiyor olanın…

 

Poli: Kitabın yayınlanmasından sonra kitabın esas yazarları gençlerle bir araya geldiniz mi? Kendilerini nasıl hissediyorlar?

Koral Özen: Sözlü görüşmelerin yapılmasından sonra çok uzun bir süre yapılan görüşmeleri dinledik. Yaklaşık 300 saatlik kayıt yapılmıştı. Bu görüşmelerin tümünden özetler çıkardık ve sonra tekrar görüşme yapmaları için bazı öğrencileri görevlendirdik. Bu yeni görüşmeler daha ayrıntılı oldu ve kitaba bu görüşmeler girdi. Bu öğrencilerle sürekli temas halindeydik. Hep bekliyor ve soruyorlardı. Projeye başladığımızda projeye katılan öğrencilerin çoğu lise son sınıf öğrencileriydi. Bugün birçoğu üniversitelerinden mezun oldu. Bizden kitap almaya geliyorlar şimdi. Yeni projeler varsa seve seve çalışmak istiyoruz diyorlar. Sosyal medya üzerinden, yaptıkları görüşmelerin kitaba giren bölümlerinden parçalar koyuyorlar. Bu çocuklar için, geriye dönüşü mümkün olmayan bir yol açıldı önlerinde. Devam edecekler geçmişi kurcalamaya. Ama bunu yaparken yaşayan tanıkları arayacaklar hep.

 
 Poli: Kitabınızın tanıtım ve satış planı var mı?

Güven Uludağ: En zor soru bana kaldı sanırım. İşin doğrusu böyle bir projeyi yürütmek sadece emek yoğun bir çalışma ile olmuyor. Ne yazık ki finansal kaynağa da ihtiyacımız vardı. Proje Canan Öztoprak’ın Eğitim Bakanı olduğu dönemde başladı. Canan Öztoprak, bize inanılmaz destek verdi. Sabancı Üniversitesi’nden Prof. Leyla Neyzi, bize proje boyunca hem danışmanlık hem de dostluk yaptı. İnanılmaz bir insan bu arada. Projenin başlamasından sonra KTOEÖS projeye ortak olup destek vermeye başladı. Ancak CTP hükümetinin istifası sonrasında oluşan UBP hükümeti projeden çekildi, hemen arkasından da KTOEÖS desteğini çekti. Bu yüzden projeyi ikimiz ve uzun çabalardan sonra sonuçlandırabildik. Bu kitabın basılması, bizim bu projede çalışan ve bu projeye sesini veren herkese borcumuzdu. Ama açıkçası bir kitap basacak paramız da yoktu. Biz de kitap basımında aslında olması gerekeni yaptık ve kitabın yayın hakkını Söylem Yayınevi’ne verdik. Kitap Söylem Yayınları arasında çıktı. Bu günlerde radyo ve TV’lerde reklamı yapılıyor. Dolaysıyla tanıtım ve satış planlamasını da Söylem yapıyor. 

 
14/09/2014 15:27
Bu habere tepkiniz:
Habersiz kalmamak için Telegram kanalımıza katılın
ad
ad
TAGS: kıbrıs, anı, öntaç düzgün, haber
MANŞETLER

HK KÜLTÜR SANAT

© 2024 Haber Kıbrıs Medya Danışmanlık ve Matbaacılık Ltd.