Sarı Kehribar ve Siyaset

ads ads ads ads
05/10/2014

Kötülüğe nasıl karşılık verdiğin, sana yapılan kötülükten daha mühimdir…

ads

Halil Paşa Halil Paşa


Mehmet Yaşın’ın, içinden geldiği 78 Kuşağı ve o yıllarda içine derinlemesine işlediğini sandığım siyaset, onun yazılarının peşini bırakmadı hiç. Şiirinin bir ya da birkaç mısrasında, deneme yazılarının paragraflarında, romanındaki olayların arka planında hep var oldular.

Sarı Kehribar’da da öyle oldu. Pek çok defasında, siyaset Sarı Kehribar romanında da olayların arka planında, perde gerisinde, uzun lafın kısası romanının sanki de önüne geçti. Hatta bazen neden ve sonuçlarıyla olaylar, salt politikanın konusu bile oldu. Ya da bana öyle geldi.

Örneğin romanda, geçtiğimiz yüzyılın ikinci yarsından beridir; “Kıbrıslılar neden çatıştılar, nasıl davransaydılar çatışmazlar ve bunca felaketi de başlarına açmazlardı?” diye her Kıbrıslının aşina olduğu soruların cevabı konusunda, hepsi de adadaki çatışmalardan farklı şekilde etkilenmiş  öğretmenin (Lamia Süreyye), adı deliye çıkmış kadının (Mynemosyne) ve erkek bahçıvan’ın düşüncelerinde siyasallaştı.

Öğretmen olmanın saygınlığını ve fakat modern kadın olabilmenin de zorluğunu yaşamış Lamia Süreyya…

Adı deliye çıkmış kadın Mynemosyne..

Ve eşi karşı cemaatten, çocukları Kıbrıslılık ötesinde Türklük ile Rumluk arasında, iki arada bir derede kalmış Bahçıvan.  

Bu üç Kıbrıslının kendi yaşam deneyimlerinden ürettikleri söylemlerin, bunca yıldır siyaset bilimi üzerine mürekkep yalamış, Kıbrıs sorununda işin ehli pek çok uzman, diplomat, gazeteci ve politikacının o binlerce sayfalık siyasi çözüm planları ve tahlillerinden çok daha dişe dokunur şeyler olduğunu ortaya koymaya çalışmış yazar…

Romanındaki entelektüellere, özellikle bugün Kıbrıs sorununun çözümünü etkileyeceği söylenen denizden “doğal gaz” çıkarılmasını tartıştırırken, araya kayıp kıta “Atlantis”i de katarak bu şekilde Kıbrıs Sorununa çözüm aramakla ilgili “aydın” tartışmalarının hafifliğine vurgu yaparak onları “T”ye almak mı istemiş?

Yazar, bunu yapmakla okurunu, Kıbrıs sorunu ile yüzleşmeye ve düşünmeye ve taraf olmaya, geçmişte davet mi etmiş?

Belki de…

Kendini her daim Kıbrıs sorunu üzerine görüş bildirmekle ilgili görevli addeden ve hala romanı okumaya fırsat bulamayan Kıbrıslı okurlar için yazmış olayım. Romandaki pek çok cümle ve paragraflarda, Kıbrıs Sorununda, en azından daha önce hiç öylesine düşünmeyi akıl edemediğiniz, pek çok geçmiş zaman hikayeleriyle karşılaşacaksanız.

Litfen okuyun bu romanı.

Hem bu arada Kıbrıslıtürklerin kitap okuma alışkanlığına da olumlu bir katkı yağmış olursunuz.

Ben, 78 Kuşağından birisi olarak en çok da bu bölümleri bir solukta okudum.

Sonra yeniden dönüp altını çizerek bir kere daha okudum.

Okuruna, 20. yüzyılın Kıbrıs yaşamından kesitler sunması dışında, Kıbrıs meselesine başka gözlüklerle de bakılabileceğinin, sorunun bugün egemen söylemden çok farklı hatta onun tam tersi olarak ortaya konabileceğinin ipuçlarını veriyor bu roman.

Sorması gereken soruyu bulabilse cevabı kendiliğinden gelecek. Çoğu defa insanın sorusu yanlış olduğundan, cevabı doğru olamıyor.” (274)

Yazar romanında, özellikle ulusal ve dini aidiyetlerindeki bağnazlığın, adalıların insanlık hallerine olumsuz etkisine ve gündelik yaşamlarında başlarına açtığı felaketlere işaret ediyor.

Okur, geçtiğimiz yüzyılın yaşam kesitlerinde, Hıristiyanlık ile Müslümanlık, Rumluk ile Türklük, kadınlık ile erkeklik… Adalıların başına felaket açan kimlik bağnazlıklarına ve farklılıklarının başlarına açtığı felaketlere konuk ediliyor.

Kıbrıslılar çok mu akılsız!

Gör(e)mediler mi yüzyıllık komşularını teslim almak için sürdürdükleri bu kimlik kavgalarının yalnızca komşularının değil de kendilerinin başına da belalar açacağını? 

Sorunun cevabı romanın şu satırlarında mı saklı?

“… insan, derin düşüncelerden hoşlanan bir mahluk değil. Mümkün olduğunca rüya görsünler de bu zaaflarını biraz gidersinler diye dua eder dururum.

Kıbrıslıların pek çoğu, Kıbrıs sorununu kahve falı sığlığında anlayabildikleri için mi bu felaketler başlarına geldi?

Belki de… 

ROMANIN KONUSU:

Sıradan bir trafik kazası olarak başlayan roman, ilerleyen sayfalarda; kazanın siyasi bir suikast mı veya bir siyasi cinayet mi olabileceğine ve kazada istihbarat örgütlerinin parmağının bulunabileceğine dair uzayıp giden tartışmalara sahne oluyor. Böylece okur, başında basit bir vak-a gibi başlayan araba kazasının sırrını çözmeye, siyasi cinayet olasılıklarıyla dallandırıp budaklandırılan bir tartışmanın içerisine çekilmeye çalışılıyor.

Kıbrıs Sorunun çözümünde önemli rol oynayacağı söylenen deniz altındaki doğal gaz yataklarıyla ilgili saklı kalması gereken bilgiler nedeniyle mi işlenmişti trafik kazası süsü verilmiş bu siyasi cinayet?

Yoksa batık kıta Atlantis’in, Kıbrıs adasının derinlerindeki sırrıyla mı ilgiliydi?

Bu arada otomobil kazasında nehre yuvarlanan ve romanda hiçbir zaman ismini öğrenemeyeceğimiz arabadaki yolcuya ne olmuştu?

Yoksa arabada ilk başta söylendiği gibi bir yolcu falan bulunmuyor muydu ve hayalden mi ibaretti?

Hayal değil gerçekti ve kazadan sonra derin ve uzun bir uykuya mı dalmıştı?

Derin ve uzun bir uyku!..

Yoksa ölmüş müydü?

Yazar bu soruların cevabını galiba okura bırakmış…

ÜÇ KIZKARDEŞ

Sarı Kehribar romanı ile yazar, bir yandan okurunu geçtiğimiz yüzyılın başından sonuna Kıbrıslı bir yaşam anlatısının içine çekmeye çalışırken, aynı zamanda üç kızkardeşin başından geçen olaylarda, Kıbrıslıtürk kadınların o yılların erkek egemenliği altında nasıl sıkışıp kaldıklarını anlatıyor.

Üç kızkardeşin yaşam hikayeleri şiir tadında bir anlatıya, mısralar ise baskıya, aşağılanmaya ve cemaat içerisinde ikinci sınıf bir yaşama mahkum Kıbrıslıtürk kadınının açmazlarına götürüyor okuru.

Vakıa ne er ne dişi sayılır bebekler,

Lakin sahneye çıkınca oynayacağı rolü erkenden öğretir hayat.

En iyi halde ya muallime çıkabilir bir kadın

Ya terzi veyahut sister.)” 103

Eh, üç kızkardeşin üçü de, içine doğdukları cemaatlerinde “en iyi” rolü, hani deyim yerindeyse söke-söke alırlar.

Ve lakin onları hayır ettirmeyenler de yine kendi cemaatlerinin hepsi de erkek yöneticileri olur. Ne yazık ki üç kızkardeşe destek yerine, oh çekip köstek olanlar da, yine o erkekler tarafından baskılanmayı içselleştirmiş aynı cemaatin kadınlarıdır.

İşin ilginci üç kızkardeşin, kendi cemaatlerinin mekanlarında değil ama gayri Müslimlerin yaşadığı semtlerde kendilerini daha özgür bulmalarıdır.

Randevulaştığımız pastaneler vardır.

Türk semtleri yerine Metaksas’ı tercih eder,

“Elate pame na aisthanthoume ligo eleftheroi” diyerek

Bir nebze rahat eğlenmek isteyen bizim kızlar.

Hafta sonu pek bir kalabalık olur

İngilizce film oynatan sinemalar… (225)

Sömürge döneminde Kıbrıslılar milli kimlik ve inançlarını unutmasınlar da güçlendirsinler diye Türkiye’den gönderilen bir Türk eğitimcinin, (tabii ki erkek) okulda öğretmen Lamia Süreyya ile düştüğü kültür çatışması, 1974 sonrasında yaşamın pek çok alanlarında zuhur edecek olan Türkiyeli-Kıbrıslı uyuşmazlıklarının da habercisi miydi?

Sanırım yazar böyle bir tedirginliğin aslında geçtiğimiz yüzyılın ilk yarısında Kıbrıslıtürklerin eğitimli kesiminde var olabileceğini duymuş, görmüş, okumuş ya da sezinlemiş olacak...

Okulda, giyiminden kuşamından ve inançlarından dolayı, kendisini Kıbrıslıtürk erkek amirlerine şikayet etmeye hazırlanan Türkiyeli müfettişe, Lamia’nın “cuk” diye taşı gediğine koyan şu sözleri, sanırım bugün yaşamımızın pek çok alanına duhul etmiş “Türkiyeli-Kıbrıslı kültür çatışması”nın da, taaa o dönemlerdeki hal- ahvaliydi…

Demek ki bu memleket bir gün size kalırsa

İngiliz’i, Rum’u mumla aratacaksınız şu cemaate

Teessüf ederim, çektiğimiz zulüm üstüne

Burada bir hak elde edip de

Bunu bize karşı kullanmaya tenezzül etmenize

Biz beyefendi öyle bir Müslümanız ki

Çıplak gerdanla namaz kılarız.

Öyle laik bir öğretmen hanımız ki

Dersimiz bitince kendi odamıza çekilip

İster çıplanır, ister secdeye varırız.

Allah Allah suphan Allah,

Hem elhamdü getirir hem piyano çalarız.

Kime ne bizim kendi vicdanımızdan,

Şahsımızı alakadar eden tarzı hayatımızdan?” (231) 

Çatışmaların başlamasıyla, erkeklerin yarı maaşına çalışmaya mahkum edilerek kadın emeğini değersizleştirdiği yetmezmiş gibi, bir de savaş şartlarında kadınlara artan tacizler ve tehditler...

Bu arada gerek İngiliz sömürge döneminde, gerekse 1963-74 yıllarında, Türkiyeli komutanlar ile işbirlikçisi Kıbrıslıtürk erkek yöneticilerin kadınların üzerinde hakimiyetlerini daha da perçinleyip yaşam alanlarını daraltmaları…

Bütün bunlar üç kızkardeşin hayatlarından kesitlerle romanın içine yerleştirilmiş.

LAMİA SÜREYYA:

Romanda üç kızkardeşin anlatısına ayrılan bölümlerde beni en çok, en büyük olanın, Lamia Süreyya’nın yaşamı etkiledi.

20. yüzyılın ilk yarısında “makbul  kadın” deyince, ”gençliklerinde ebeveynlerinin sözünden çıkmayan, pişiren, diken, temizlik yapan, çok eğitimli olup da eninde sonunda evleneceği erkeğe kafa tutmayan, ama yaşamı boyunca ona itaatkar ve göstereceği ilgiye kanaatkar, doğuracağı çocukların bakımından sorumlu, evde her gün pişecek olan yemekten ve de evin temizliğine varıncaya kadar her işi üstlenecek  kocasına tabi bir hayatı kabullenmiş evli kadın anlaşılırdı.

O devride genç bir kadının öğretmen olabilmesi için sadece parlak bir öğrenci olması yeterli değildi. Ebeveynlerini de ikna etmesi gerekliydi. Dahası mezun olunca da, kadın öğretmen olarak çalışmanın da bin bir çeşit dertleri vardı. Önce şeherin dışında uzak köylere tayini çıkardı bir öğretmenin. Kolay değildi bekar, anne baba evinden uzakta bir başına genç bir kadının öyle köylerde öğretmenlik yapması. Ne erkekler rahat bırakırdı ne de diğer kadınlar arka çıkarlardı.

Yazarın bir kadın için cemaatteki “en iyi halde” rolü diye tanımladığı öğretmenlik mesleğine talip olan, bu konuda kızkardeşlerine önderlik ederek önlerin açan, yaşça en büyük olanı, yani Lamia Süreyya oldu.

Öğretmenlikte erkek yöneticilerin şantajlarıyla ilk o karşılaştı.

Sadece erkek yöneticilerin değil, cemaatler arası çatışma koşullarında hepsi de erkek komutanların tacizlerine, erkek devletin kadını ikinci sınıf kılan geleneklerine ilk o hedef oldu.

Buna rağmen hem kendisini taciz edip aşağılayanlara da, sabrıyla, sözüyle direnen ve arkadan gelen kızkardeşlerinin önünü açmak için çabalayan da o oldu.

Bu arada denizaşırı aşkını içine atmasını bildi.

Cemaatinin “makbul kadın” baskısından geç de olsa evlenmek zorunda kaldığı ancak kısa süre sonra ölen kocasının ani ölümü bir yanda.

Kanser ve milliyetçilik hastalıklarından erken yaşta hayata veda etmek zorunda kalan iki kızkardeşinin ölüm acıları diğer yanda.

Ve hayatının son demlerinde, kısıtlı bir maaşla “yalnız” yaşamak zorunda kaldığı evinde maruz kaldığı darp olayının acıları-tedirginlikleri de obür yanda…

Daha çok bir başına üstesinden gelmek zorunda kaldığı zorlu bir yaşamdı onunkisi.

Bütün bunların arasında öğretmenlik yaptığı köyün birisinde, ailesinin okula göndermekte isteksiz davrandığı Mynemosyne’yi; ailenin ve cemaatin gerici geleneklerine direnip okullu yapması ve eğitmesi de fedakarlığının bir delili oldu.

Ama beni galiba da en çok etkileyen onun 1974’ten sonra, karşılaştığı bir olayda ortaya koyduğu davranışı ve düşüncesiydi...

Anlatayım…

1963’te Rumlar tarafından yakılan evinin tamiri için önce Kıbrıslıtürk yöneticilere başvurur Lamia. Erkek yöneticiler kendisine, 1974’te komşusu Rumların göç etmek zorunda kaldıkları evlerden birisine yerleşmesini tavsiye ettiklerinde cevabı kesindir: 

“…başka bir insandan zor ile alınmış eve oturtamazsınız beni, çok günahtır” (339) ve  “hırsızlık mal verirsiniz bana, teessüf ederim kendime yakıştırmam.”

Lamia Süreyya’yı böyle düşündürüp konuşturan Mehmet Yaşın, Kıbrıslıtürklerin 1974 yılından sonra boğazına kadar günaha, hırsızlığa, ganimete, yağmacılığa batmış olduğunu, dahası bütün bunları cemaat olarak “zafer” algısı içerisinde benimsediğini, böylece günahlarından arınmaya bile fırsat bulamadan da yok olup gittiğini…

Kıbrıslıtürkler Lamia Süreyya gibi düşünebilseydiler eğer…

Ama gerçek olan Kıbrıslıtürklerin ezici çoğunluğunun Lamia Süreyya gibi empati yapmayıp, ganimeti, hırsızlığı yani günahı kendilerine yakıştırmış olmaları mı?

Neyse romanı anlatmayı bırakıp, tipik bir “78 Kuşağı tekrarı”na, her şeyden siyaseti sorumlu tutmaya ve nutuk atmaya başladım.

Bari burada durayım…
MNEMOSYNE
Mnemosyne kim?

Eğitimli bir kadın. Üç dili biliyor. Garip bir şekilde en kritik olaylarda aniden ortaya çıkıyor. İsmi de oldukça garip. Mnemosyne. Sanırım romanın da en gizemli kahramanı. Kıbrıslıtürk cemaati içerisinde adı “deli”ye çıkınca, Rum kesimine geçerek derbeder bir hayat yaşamaya başladığı rivayet olunur.

Hakkında  “savaşta, baskın sırasında, saklandığı ağacın üzerinden, ailesine tecavüz edilip kurşuna dizilmelerini ve hatta ailesinin köpekler tarafından parçalandığını izlerken delirmiş olmalı”  diye söylentiler var.

Mnemosyne’yi entelektüel camiada tanımayanı yok gibi.

Olayların bir yerinde zaman zaman ortaya çıkan ve “bilgece” laflar eden Mnemosyne otomobil kazası üzerine düşündüklerini şu sözlerle ifade etmiş:  

Herkes aynı olayı yaşasa da onu kendisine göre hatırlar. Sorsanız, otomobil kazası hakkında heeer biri farklı şeyler anlatacak…”

Romanda pek çok kişinin otomobil kazası hakkındaki farklı düşüncelerine işaret eden yazar, aslında belki de gene olarak yaşamda da tek bir gerçeğin olamayacağına dair düşüncesini, Mnemosyne’yi konuşturarak anlatmış.

Öte yandan yazar, Mnemosyne’ye, söylenmiş sözlerden çok, ima edilenin, belki de insanın içinde sakladığı niyetinin, bu niyeti sezgilerinin süzgecinden geçirerek açık etmenin önemli olduğunu da söyletmiş

Benim ilgilendiğim asıl mesele çağrışımlardır. Hayalle, rüyayla hafızanın bir yerinden sızarlar. Hatıraları onlar çoğaltır. Yazılan ne varsa ondan çıkar.”

BAHÇIVAN

Karşı cemaatten bir kadınla yıllar önce yaşamını birleştirmiş bahçıvanın, iki cemaatin çatışma koşullarında ailesini savunmaya çalışırken ettiği saf ama bilgece sözleri, Kıbrıs’taki çatışmanın zalimliğinin yanı sıra absürtlüğünü de ortaya koyuyor.

O bahçıvan ki, kitaplardan okuyarak değil de, kendi yaşam pratiğine ve insanın küçük mutluluklarına önem vererek akıl yürütüyor.

O bahçıvan ki, kimlikleri üzerinden bir kavgaya tutuşan adalıların, “anavatan ve işbirlikçisi milliyetçilerin” peşinden savrularak cehenneme çevirmekte tereddüt etmedikleri ve sonra da o cehennemin içine düştükleri adamızı, nasıl bu hale getirdiklerini, kendi yaşam hikayesini aktararak ortaya koyuyor.

 O bahçıvan ki; anası Kıbrıslırum, babası Kıbrıslıtürk olan oğullarının, adada bu kimliklerle birlikte yaşayamayacaklarını, “yan yana karısıyla aynı mezarlığa bile gömülmeyeceğini”, bunun nedeninin de “milli ve dini” kimliklerin soyut kuralları uğruna, Kıbrıslıların, insani değerlerinden bir anda nasıl uzaklaşabileceklerini, kırk yıllık komşularına bile nasıl acımasızca davranabileceklerini…

Tümünü de kendi yaşamında başına gelenlerden yola çıkarak örnekleriyle gösteriyor.    

Okuyun bu romanı.

O kadar çok şey bulacaksınız ki dünün ve şimdinin absürt Kıbrıslı yaşamlarına dair…

 Bir değil ama iki kez okuyun bahçıvan’ın kendi yaşam hikayesini.

Kimliklerin peşinden koşmanın, taş atıp kolunu yormadan insanların kazandığı bu ayrımcı duruşun, sırasında onları nasıl insanlıklarından bile uzaklaştırabileceğine şahit olacaksınız...

Ve en önemlisi de yüzlerce toplumlararası görüşemeye, binlerce makaleye, on binlerce sayfalık diplomatik yazışmalara, dosyalara ve evraklara gerek kalmadan, Kıbrıs Sorununun nedenlerini, bahçıvanın ağzından dökülen sözcüklerin berraklığında fark edin.

“KÖTÜLÜĞE NASIL KARŞILIK VERDİĞİN, SANA YAPILAN KÖTÜLÜKTEN DAHA MÜHİMDİR”

Hele de yazarın Lamia Süreyya’ya söylettiği bu cümle:

Kötülüğe nasıl karşılık verdiğin, sana yapılan kötülükten daha mühimdir… (341)

Kuzeyde 1974’ten beridir hırsızlık malı dağıtmakla kalmayıp, bunu oya devşirip seçim kazanarak boğazına kadar günaha batmış siyasilerimiz, bir yandan 1963-74 döneminden arta kalan milliyetçilikle malul intikamcılığından, diğer yandan 1974 ile Kıbrıslıtürklerin yaşamına dahil olan ganimetçiliğinden arınmadıkları sürece, adada kalıcı bir huzur da inşa edilemeyecek mi?

Elli küsur yıldır, cemaat lideri, görüşmeci, siyasal parti başkanı ve başbakan, bakan ve milletvekili olan Kıbrıs’ın “erkek kahramanları” Lamia Süreyya gibi düşünüp davranmış olsaydılar eğer, adalıların başına da bu belalar açılır, bunca zulüm ve travma, binlerce kayıp yaşanır mıydı?

Burada durayım ve Mehmet Yaşın’ın Sarı Kehribar’ını konuşmayı son birkaç sözle bağlayayım.

SONSÖZ:

1974 öncesi yaşamlara şahitlik etmemişseniz eğer. Ya da o günleri hatırlamayacak yaştaysanız.

Okuyun bu romanı. 

Bazı cümleleri birkaç kez okuyun ve birkaç kez düşünün.

Daha önce Kıbrıs coğrafyasında hayal ettiğiniz mekanları ve olayları, belki de yaşadığınızı sandığınız hatıraları, büyük bir olasılıkla, bu romanı okuduktan sonra daha başka algılayıp, daha farklı hayal edeceksiniz…

Kuşağım 78’liler ve önceli 68’lilerden Kıbrıslıtürklere gelince…

Mutlaka okuyun bu romanı.

Hatta benim gibi bazı cümlelerin altını çize-çize, iki ve hatta üç kez okuyun.

Çünkü romanın içindeki yaşamların bir dönemi (1958-1963-1974) ucundan yetiştiğiniz Kıbrıslı yaşamı, sizin hikayenizi de anlatıyor…  

DEMEM O Kİ:

Sarı Kehribar, içinde birikmiş yüzyıllık hatıralar, hayalle, rüyayla ve yazarın düşüncesinden sızan çağrışımlarla bezeli bir roman.

Sarı Kehribar, gerçek ile rüya, yaşanmış ile yaşanması muhtemel arasındaki “gel-git”lerin, hem kadını baskılayan, hem de adaya egemen erkeklerin geçmiş yüzyıldaki milliyetçilikleriyle “kahramanlıklarını” topa tutarken, şiir ve fotoğraf tadında kalabilen bir roman.

Okuyun bu romanı…

Kıbrıs’ın sömürge dönemini (1878-1959), 1963 çatışmalarını, Kıbrıslıtürklerin getto yaşamlarına sıkışmış o yılları (1964-74), hepsi de erkek şehit ve kahraman olan erkeklerin gözünden değil, ama üç kızkardeşin, Mynomosyne’nin, bahçıvan’ın yaşam pratiklerinden okuyun.

Bu romanı okuyun.

Resmi siyasi tarih tarafından görünmez kılınan sömürge ve savaş yıllarının o Kıbrıslı kadın kahramanları görünür kıldığı için okuyun.

Okyun bu romanı.

 Resmi tarihin geçimini politikadan sağlayan erkek kahramanlarının milliyetçilikle malul nutuklarından değil, ama bir defa da, ekmeğini taştan çıkartan, işinde gücünde, ailesini geçindirme derdinde bir bahçıvan’ın, sıradan bir erkek vatandaşın açık ettiği düşüncelerinden okuyun.

Son sayfasına ulaştığınızda, satır altlarını çizmekten şeffaf kaleminizdeki mürekkep tükenmişse eğer… İşte o zaman, sanırım Kıbrıs’ı, dünyanın bu minnacık adasını, içinde onca yıldır yaşamış da olsanız bir kez daha keşfettiniz demektir…

Bu romanı okuyun.

Bu kitapla, Kıbrıs’ın dünü hakkındaki düşünceleriniz ve yarını hakkındaki tahayyülleriniz bir kez daha değişmiş olacak. 

05/10/2014 13:01
Bu habere tepkiniz:
Habersiz kalmamak için Telegram kanalımıza katılın
ad
ad
TAGS: halil paşa
MANŞETLER

HK Halil Paşa

© 2024 Haber Kıbrıs Medya Danışmanlık ve Matbaacılık Ltd.