Tongarıro natıonal parkı| Halil Paşa yazdı
01/02/2017
Taupo’dan Tangariro’ya dokuz günlüğüne kiraladığımız minik arabamızla, etrafı seyrederek, Yeni Zelandalıların “scenic lookout” dedikleri, yüksek gözlem noktalarından manzaralara bakıp fotoğraflayarak bir buçuk saate varabildik.
Yeri gelmişken yazmış olayım.
Yeni Zelanda’da, ister plajlarda, ister parklarda, ister şehirlerarası yollarda, ister kasabalarda, isterseniz şehirlerde bulunun. Çişiniz ya da sıkışık bir anınızda tuvalet ihtiyacınız hasıl olmuşsa eğer…
Bizdeki gibi dön dolaş “umumi tuvalet ara” diye bir derdiniz olmaz. Çünkü yukarıda saydığım ve belki de saymayı unuttuğum pek çok noktada, “Public Toilets” yazılı levhalarda belediye tarafından işletilen temiz ve sıhhi tuvaletler, yerli ya da turist, daima emre amadedir.
Ücretsiz diye de eklemiş olayım…
Gelelim Tangariro Ulusal Parkı’na. Burası ormanlar, alçak orman arazileri, minik çiçekler, kuşlar, böcekler, örümcekler, binyıllar önce patlamış volkanlardan püskürüp katılaşmış simsiyah kayalar, göller, dereler ve en önemlisi iki şelalenin bulunduğu bir coğrafya.
İlk olarak durduğumuz Tawhai Şelalesine, beş dakikalık yürüyüş sonrasında vardık. Çevresinde çok güzel volkanik kayaların bulunduğu şirin ama küçük bir şelaleydi.
Aralarında birkaç Arap kökenli ve beyaz-sarışın Anglikan görünümlü gençlerin bulunduğu kalabalık gruptan birisi, daha biz adımımızı atar atmaz cep telefonlarını verip fotoğraflarını çekmemizi rica etti. Şamatayla toplandılar. Bastık-çektik-verdik.
Şelaleye doğru yürümeye başladığımızda, bir genç arabadan çıkan ve ses desibeli kulakları sağır eden Arapça müziğin eşliğinde dans ediyordu.
Arabamızı bir saat daha sürecek olsaydık eğer, ilerimizde başı dumanlı ve zirvesinde bembeyaz karların parladığı, “Yüzüklerin Efendisi” filminin de bazı sahnelerinin çekildiği volkanik dağlara varırdık…
Taranaki Şelalesine gelince. Görmek için araba ile ulaşmak mümkün değildi. Çünkü şelaleye giden yol, yalnızca biraz insan eli ile düzenlenmiş taşlık, toprak ve ahşap, inişli yokuşlu ve daracık patikalardan ibaretti.
Başlangıcında birkaç tek katlı ev ile “Şato” isimli fiyakalı çok katlı bir otel, bir cafe-restoran ve de ağaçların altında az önce şelaleyi ziyaretten dönmüşe benzeyen yaşlı-genç yorgun insanlarla karşılaştığımız köy sakindi. (Burada da, bir ucundan diğer ucuna arabayla dolandığımız Yeni Zelanda’nın kuzeyinde, Auckland ve Wellington şehirleriyle turistik oteller dışında, iki katlı evlere bile nadiren rastladığımızı belirtmiş olayım-hp)
Taranaki Şelalesi’ni görmek için tek seçeneğimiz vardı. Bir saat gidiş, bir saat geliş olmak üzere, en az iki saatlik yol yürümek. İkinci seçenek, yürümeyip, sonuçta şelaleyi görmemekti elbet…
Ayağımızdaki sandaletlere bakınca, pek hazırlıklı olmadığımız düşündük düşünmesine de. Kıbrıs’tan kalk. Dünyanın ta öbür ucunda bir ülkeye gel. Bu ülkede saatlerce dümen salla ve de uzak bir coğrafyasına kadar git. Sonra iki saat daha yürümekten vazgeç…
Böylece kendi gazımızla Taranaki Şelalesi tabelası önündeki patikadan çalılıklara, arkasından ulu ağaçların gölgelediği ormana, sonra taşlık-toprak patikalardan aşağılara doğru yürüdük, Aşağıya inince bu kez yokuş başladı ve tepelere tırmandık. Yetmişinde de ellisinde de, yirmili yaşlarda da pek çok kadın ve erkekle karşılaştık. Şelaladen dönüyorlardı. Biraz mağrur ve daha şelaleye varmak için epey zamanı olan bizlere, “daha çok yolunuz var” misali, yorgunluklarına rağmen bıyık altından tebessümler saçarak selam veriyorlardı.
Az gittik uz gittik aslında epey yol gittik. Ancak ortada ne şelale var, ne de su sesi…
Yolda gelenlerden birkaçına birkaç kez şelaleye ne kadar daha yolumuz olduğunu sordum. En son sorduğum “şu tepeyi devirince” deyiverdi. Eliyle işaret ettiği uzaktaki mi yakındaki mi pek çıkaramadım. Zaten söyledi ve yoluna devam etti. Uzaktakiyse epey daha yolumuz var diye dertlenirken birden su sesini işittik. Bir tahta köprü ve altındaki dere yatağında dağınık duran kayalıklardan çağlayarak akan dereyle karşılaştık. Bir kız iki oğlan kayalara oturmuş resim çiziyorlardı. Bir çift ise dere köprünün kenarında oturmuş dalgın-dalgın kayıp giden sulara bakıyorlardı.
Elbette dereden şelale olamazdı… Devam ettik.
İlk tepeyi devirdik ki; kopan gürültünün şelaleden baka bir şey olamayacağına kanaat getirdik. Ağaçların arasından koşar adım aşağıya indik. Bir serin tere batmış yüzümü yalayıp geçti ve şelale de ortaya çıktı. Oldukça yüksekten ve hatırı sayılır bir su debisiyle düşüyordu aşağıda oluşturduğu büyük havuza… Suların düşerken çıkardığı uğultu, düştükten sonra aşağıdaki havuzda patlayan gürültüye, sonra da dereye dönüşüp akan şırıtılara karışıyor, bütün bunlar ortaya müthiş ve bitmeyen bir melodinin nakaratları şeklinde yansıyordu…
Bir genç çiftin, daha yürümeye başlamamış minik bebeklerini boğazlarına geçirdikleri kundağa asıp oraya kadar geldiklerini görünce şaştım kaldım.
Yine burada konu açılmışken şunu da yazmadan geçmeyim. İki haftadır Yeni Zelanda’nın kuzeyini dolaşıyorum. Pek çok Yeni Zelandalının ve başka ülkelerden geldiğini düşündüğüm pek çok turistin, emekleme çağından lise çağına, çocuklarıyla birlikte seyahat ettiklerini gözlemledim. Ancak iki saatlik in-çık bir yürüyüşü gerektiren, berovadan ve de ormanlık araziler boyunca çocuğunu boynuna asıp da şelale görmeye gelenini ilk defa görüyordum…
Onlar şelaleyi seyrede dursunlar, biz de, repertuarımıza bir şelale eklemiş ve de görevimizi yapmış olmanın hazzıyla, başka bir rotadan geriye dönüş için yola çıktık. Bu kez şelalenin dereye dönüştüğü patika boyunca yürüdük. Beklentimin tersine, dönüş, gidişten daha kolay oldu.
Önce bir köprüden geçtik. Burada derenin suları kayaların arasına sıkışıp köprünün altındaki minik uçuruma düşerken beyaz köpükler çıkararak çağlıyordu.
Patikanın bazı kısımlarında toprağın dışına çıkmış ağaç kökleri, eğimli patikayı basamaklandırıp merdivene dönüştürmüştü.
Ancak her iki rota da tabelada yazmış olduğu gibi 1’er saat değil, yol boyunca fotoğraf da çekmem dahil yaklaşık 50’şer dakika kadar tuttu.
Uzakta başı dumanlı tepesi karlı dağlar göründüğünde biz de yolun sonuna gelmiştik artık.
Bir şelale gezisi ve hikayesi de, aşağıda fotoğraf karelerine yansıyan anılarıyla böyle bitmiş oldu…