Ayla Kahraman Yazdı: Yok edici güç: Savaş
21/06/2025












Savaş çok yakınımızda. Yine.
Ölümle dansı çağrıştırsa da yok edici şiddetin efendiliğinin piyonları gibiyiz.
İçimiz karardıkça, her devrin bu tip sıkıntılar yaşadığını, her kuşağın bir şekilde savaş denilen yok edici kuvvet ile tanıştığını söyleyenler de arttı. Uyum göstermenin bir çeşit yolu bu elbette, ama gerçekler değişmiyor. Birileri ölüyor, birileri göç etmek zorunda kalıyor. Kimileri tarafsız kalarak korunacağını sanıyor. Hatta risk taşıdığını düşünen yabancı konuklarını topraklarından uzaklaştırıyor.
Kişilerin, toplumların ve onları yönetenlerin kendilerini koruyacak kalkanlar oluşturması gayet doğaldır. Çoğumuz, savaşı yaşamaktansa, savaşın olmadığı yerlere doğru, değişken rotalar oluşturup, ömür boyu dünyayı dolaşmaya razıyız. Yeter ki savaşı yaşamayalım. Kıbrıs adasının tümünde savaşlar sonrası oluşan örselenme, kuşaktan kuşağa aktarıldığına göre; korku-kaçınma-savunma üçgenini açıklamaya gerek yoktur sanırım.
Tarihte yüz yüze çarpışmalardan, silahlardan, toplardan kaynak bulan yok edici güç; günümüzde -sanal savaş oyunları gibi- insanların parmak uçlarıyla yönetilmeye başlanmış. Bilgisayar oyunlarına benzeyen renkli gösterileri izliyoruz. Oyun konsollarında savaş temalı oyunlar oynayan çocukların, komşularımız arasındaki savaşı nasıl algıladıklarını düşünürken buldum kendimi. Üstelik, gökyüzünü havai fişekler gibi süsleyen balistik füzeler, bizim topraklarımızdan bile izlenirken.
Savaşı çocuklarımıza nasıl anlatacağız? Yok ediciliğini, insanın insana zulmünü, aslında kazananın olmadığını, güçlerin tehlikeli bir hızla arttığını ve geride kalanları köleleştirdiğini nasıl anlatabiliriz?
Çocuklar ve pek çok yetişkin, “Call of Duty, World of Tanks, Sandstorm, Arma adlı pek çok bilmediğim oyunlarla zaman geçiriyorlar. Strateji oyunları diye geçse de aslında kazanmanın; başkalarını yok ederek mümkün olduğunu anlatan oyunlar bunlar.
Savaşı çocuklara anlatmak bu kadar zorken; barışa sığınıyor aklım ve yüreğim. Bunu anlatmak ve yaşatmak daha kolay olmalı. Ne dersiniz?
Biri biter, öbürü başlar. Savaşla dansımız böyle mi devam edecek? Her an dünyanın bir yerlerinde cinayetler, göçler süre mi gelecek?
“Yoksa” diyor içimdeki korkan çocuk; “savaşmak, bir gereksinim midir?”
Yani biz yemek, su, üreme vesaire zorunlu gereksinimlerimiz gibi bir yerde mi tutuyoruz savaşmayı?
Dünya halkı için savaşsız bir yaşam mümkün değil mi?
Savaşa yüklenilen anlamlara kayıyor zihnim: Bağımsızlık, özgürlük, otoriteye başkaldırı…
İtaatsizlik cezalandırılsa bile, bireysel ve toplumsal bağımsızlığın isyanıdır. Köleleştirilmiş ve sömürgeleştirilmiş halklar itaate devam etselerdi yok olup giderlerdi. Kötülüğe karşı savaşmak, insanın doğasında var ama yeni dünya düzenindeki savaşlar ve kitlesel yok edişlerin bu misyonu taşıdığını düşünmekte zorlanıyorum.
“Acaba” diye soruyor yüreğimdeki cesur kuş. “Halklar, demokrasi ile olan savaşlarını kaybettiler ve ipleri zorba yöneticilere mi devrettiler?”
Umarım yanılıyorum. Umarım uluslar arasındaki anlaşmazlıkların savaşa evrilmesinin ardında yatan bu değildir.
Halk özgürlüğünü ilke edinmiş parlamenter rejimlerin can çekiştiğini düşünmek bile istemem. Otoritenin “tek bir bireyin-gücün elinde olması”, çoğunluğu güçsüz bırakır.





