Mete Hatay: Mülkiyet konusundaki sessizlik en çok geleceği ipotek altına alıyor
13/05/2025












Araştırmacı yazar Mete Hatay, sosyal medyada yaptığı son paylaşımda Kıbrıslı Türklerin Kıbrıs Cumhuriyeti sınırlarında kalan taşınmaz mallarına dair dava süreçlerinin neden yeterince işletilmediğini kapsamlı bir şekilde değerlendirdi. Hatay’a göre bu sorunun temelinde yalnızca hukuki değil, derin bir siyasal strateji eksikliği ve konforlu beklentilerin kurumsallaşması yatıyor.
2003 yılında geçiş kapılarının açılmasıyla birlikte, her ne kadar etnokratik bir yapıya sahip olsa da Kıbrıs Cumhuriyeti’nin iç hukuk yollarına erişim imkânı doğduğunu belirten Hatay, bu fırsatın özellikle ilk yıllarda doğru şekilde değerlendirilmediğine dikkat çekti.
Hatay'ın yazısının tamamı şöyle:
“Son dönemde sıkça sorulan bir soru var: “Biz neden Kıbrıs Cumhuriyeti’nde kalan mallarımız için dava açmadık?” Bu soru, yalnızca hukuki bir gecikmeyi değil, aynı zamanda siyasal stratejisizliği ve konforlu beklentilerin nasıl kurumsallaştığını da gözler önüne seriyor. 2003’te geçiş kapılarının açılmasıyla birlikte, her ne kadar etnokratik bir yapıya sahip olsa da, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin iç hukukuna erişim imkânı doğmuştu. Ancak bu imkânın, özellikle ilk yıllarda doğru değerlendirilmediği açık.
Birincisi, o dönemde Kıbrıslı Türklerin büyük çoğunluğu AİHM sistematiği hakkında bilgi sahibi değildi. İkincisi, güneyde faaliyet gösterebilecek Kıbrıslı Türk hukukçular neredeyse yoktu. İlk denemeler Rum avukatlar aracılığıyla yapıldı; fakat ya teknik hatalarla açılan dosyalar ya da karşılıklı güvensizlik bu davaları yarıda bıraktırdı. Zamanla bazı nitelikli davalar iç hukuk yollarını tüketme aşamasına kadar taşınabildi. Ancak bu noktada bile davacılar, AİHM’e gitmek yerine, önerilen tazminatları kabul etmeyi tercih ettiler ve böylece yaratılabilecek emsal potansiyeli bertaraf oldu.
Siyasi irade açısından da tablo iç açıcı değildi. Dönemin liderlerinden yalnızca Mehmet Ali Talat bu meseleye bir parça ilgi göstermiştir. Geri kalan siyasi aktörler ise ikiye ayrıldı: Sağ, kan döktük bizimdir diyerek geleneksel toplu takas fikrini savunarak bireysel başvurulara soğuk baktı. Solun önemli bir kısmı ise “kapsamlı çözüm yolda” diyerek statükonun dışında gelişecek her türlü adımı erteledi. Bu siyasal iklimde bireyler, çoğu zaman kendi imkanlarıyla, doğru düzgün hukuki destek dahi almadan, hak arama çabası içinde oldu. Dahası, kazanılan davaların çoğu da 1974’ten önce adayı terk etmiş diasporadaki Kıbrıslı Türklere aittir.
2005’te kurulan ve AİHM tarafından etkin bir iç hukuk yolu olarak tanınan Taşınmaz Mal Komisyonu (TMK), bu boşluğu bir nebze doldurduysa da, yapısal olarak güneydeki malları kapsamayan tek bacaklı bir model olmaktan kurtulamadı. Bu eksikliğin orta vadede sınırlayıcı olacağı en başından belliydi.
Asıl mesele şudur: TMK, malını kaybetmiş kişilere üç seçenek sunar – tazminat, iade ya da takas. Ancak bu seçeneklerin üçü de siyasal irade ve ekonomik kapasiteyle yakından ilişkilidir. Takas mekanizması, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin gönülsüzlüğü nedeniyle hiçbir zaman işler hâle getirilemedi. İade ise, Türk tarafının politik çekinceleri yüzünden sınırlı tutuldu. Oysa iade edilebilecek çok sayıda mülk vardır ve bu, hem hukuki hem de etik açıdan gündeme alınmalıdır. Geriye yalnızca tazminat kalmaktadır ki, bunun için ise ciddi bir finansman kaynağı gerekir.
Bu kaynak nerede mi? Güneyde. Kıbrıslı Türklerin 1974 öncesi mülkiyetinin önemli bir kısmı hâlen Kıbrıs Cumhuriyeti’nin elindedir. Bu mallar kimi zaman düşük bedellerle kiralanmakta, kimi zaman da bir kuruş tazminat vermeden kamulaştırılmakta ya da fiilen terk edilmeye bırakılmaktadır. Oysa bu varlıklar, TMK’nın sürdürülebilirliğini sağlayabilecek maddi zeminin ta kendisidir. Bu nedenle, bu mallar üzerindeki hakların aranması artık ertelenemez bir gerekliliktir. Mülkiyet meselesi, yalnızca geçmişle ilgili değildir; bugünle ve yakın gelecekle doğrudan ilgilidir.
Kapsamlı çözüm beklentisi üzerinden her türden ara adımı erteleyen bu konfor, artık sorgulanmak zorundadır. Bir sonraki "son şans" masasına oturulmadan önce, bugünü dönüştürecek araçları devreye sokmak elzemdir. Zira çözüm ertelenebilir; ama ihmal edilen hak, zamanla sessiz bir kayıba dönüşür. Ve o sessizlik, en çok da geleceği ipotek altına alır.”






