Mihailidis'in hayatını kurtaran Hüseyin kim?
Aykırı bir 20 Temmuz hatırası
22/07/2012
Poli Dergi
Aykırı bir 20 Temmuz hatırası:
“Seni öldüreceğimi kim söyledi Mihali mu?”
Mihalis Mihailidis, Limasol kazasına bağlı Mennoya köyünde yaşıyor. Köyün sakinleri Türkler, 1974 savaşından sonra köyü terk ederek Kuzey Kıbrıs’a göç etmek zorunda kalmışlar. Yerlerine, savaş nedeni ile Kuzey Kıbrıs’tan göç eden Rumlar yerleşmiş.
Şimdi 56 yaşında olan Mihalis Mihailidis, Mennoya’ya göç eden ailelerden birisi. Şimdilerde İskele kazasına bağlı Ötüken olarak bilinen Spatariku, köyünden göç etmişler.
Mihalis 1974’te yaşanan savaşa asker olarak katılmış, esir düşmüş, Lefkoşa’da Başaran Spor Salonu’nda ölüme gidecekken çok büyük bir tesadüf sonucu tekrar yaşama geri dönmüş.
Başından geçenleri Rum RİK televizyonuna anlatan Mihalis, savaş günlerinden kalan anılarını duygu dolu sözlerle dinleyenlere yeniden yaşatmış.
Facebook’ta yayınlanan ve sadece birinci bölümüne ulaşabildiğimiz söyleşide adı geçen Mağusalı Türk aileyi, Mustafa Bey’i, Hüseyin’i siz de merak edeceksiniz.
Mihalis: Mağusa Ay Yorgi ( Aygün) köyünde doğdum. Orada büyüdüm, ilkokulu orada okudum. Babamın kamyonu vardı. Mağusa yöresini gezer, karpuz filan satardı. Satış için Mağusa’ya gideceğinde beraberinde beni de götürürdü.
Soru: Kaç yaşındaydınız o zaman?
Mihalis: 9 - 10 yaşlarındaydım.
Soru: O dönemi hatırlıyor musunuz?
Mihalis: Tabi ki hatırlıyorum. Babamın o dönem Kıbrıslı Türklerle çok iyi bir dostluk ilişkileri vardı. Mesela çok çok samimi oldukları bir aile vardı. Mağusa’ya ne zaman gidecek olsak iş sonu babam mutlaka onlara gider, ailenin babası ile karşılıklı zuk içerlerdi. Adamın isminin Mustafa olduğunu hatırlıyorum. Karısınınkini hatırlamıyorum.
Babam, Rum köylerinin yanı sıra Türk köylerini de gezerdi. Sinde’ye (İnönü) falan giderdik. Ben Türk köylerine gittiğimizde korkardım. Babam “korkma oğlum onlar da bizim gibi insan” derdi. Ancak en iyi dostu Mağusa’daki Mustafa idi. Babam ona “Mustafa Bey” derdi.
Soru: Ne iş yapardı?
Mihalis: Eğer yanılmıyorsam Mağusa Limanı’nda çalışıyordu. Yaşım biraz daha ilerleyince Salamis Bay Hotel’de çalışmaya başladım. İşten fırsat buldukça Mağusa’ya bu ailenin ziyaretine giderdim. Çünkü çok iyiler ve güvenilir insanlardı. Ailede iki tane çocuk vardı. Hüseyin’le Ayşe. Hüseyin’le hemen hemen aynı yaşlardaydık. O bize gelirdi, ben onlara giderdim. Bu dostluk devam ediyordu.
16 yaşıma geldiğimde, Spadariku (Ötüken) köyünden bir kızla nişanlandım ve oraya yerleştim. 1971’de evlendik ve hemen sonra askere gittim.
Soru: Askere gittiğinizde kaç yaşında idiniz.
Mihalis: 18 yaşındaydım. Düğünüme Mustafa Bey’in ailesi de katıldı. Onlarla iş güçten dolayı bir süreden beridir görüşemiyorduk. Gelişlerine çok sevinmiştim çünkü bu, dostluğumuzun devam ettiği anlamına geliyordu. Düğünümden çok kısa bir süre sonra Mağusa’da KEN merkezinde askere kaydoldum. Oradan Larnaka KEN merkezine gönderdiler.
O dönem Yunanistan’da cunta dönemi idi. Askerde psikolojik baskı altına alınmıştık. Bizden ailelerimiz hakkında bilgi istediler. Ben bilgi verirken, babamın PEO sendikası üyesi olduğunu söylemek zorunda kaldım. Öyle olunca, direkt olarak beni Girne Piyade Taburu’na gönderdiler. Orada her şey yolunda gidiyordu. Diğer askerlerle sorunum yoktu. İzinlerimizi normal zamanlarda alıyorduk falan.
Makarios’a düzenlenen darbeden iki hafta önce küçük bir ameliyat geçirmiştim. Köyde izindeydim. 20 Temmuz’da iznim bitiyordu fakat o gün savaş çıktı. Mecburen Mağusa’ya gidip İki Buçuk Mil’de askeri birliğe teslim oldum. Bizi kamyonlara yüklediler. Ben silahsızdım. Silahım yoktu. Bizi doğruca Mağusa surlarının dış tarafına götürdüler.
Uçaklar etrafı bombalamaya başlamıştı. Ancak bizim bulunduğumuz yer daha sakindi. Bir süre sonra bize yönelik top atışları başladı. Aynı şekilde biz de karşılık verdik. Bir ara çavuşum… (ismini hatırlamıyorum zaten onu tanımıyordum) bana Lefkoşa yoluna doğru ilerlememizi söyledi. Yeni yola. O zaman bu yol yeni yapılmıştı.
Toparlanıp yola koyulduk ve toplam 13 kişi olduk. Aralarında bir tek ben sivil giyimliydim. Çünkü eve üstümü değişmeye gittiğimde karım asker kıyafetimin ıslak olduğunu söyledi. Çamaşır kurmuş ve üniformalarımı da yıkamıştı. Geriye sivil kıyafetlerle dönmek zorunda kalmıştım. Bu tesadüf da benim hayatımın kurtulmasına neden oldu.
Türklerin gelip gelmediğini kontrol için yeni yola gittik. Mağusa’ya doğru tanklar geliyordu. Öndeki tankın tepesinde de Yunan bayrağı vardı. Sevinçten deliye döndük. O koşullarda tankın tepesinde Yunan bayrağı ne demek biliyor musun sen? Ama sonradan şüphe duyduk. Çünkü ne bir subaydan, ne radyodan Yunan askerinin geldiğine dair bir şey duymamıştık. Nereden çıkmışlardı? Ne zaman çıkmışlardı? Ama o anda bunları düşünememiştik. Tanklar yaklaşınca arkalarından Türk askerlerinin geldiğini gördük.
Bizi tutukladılar. Bayağı bir dayak yedik. Ölene kadar o dayağı unutmayacağım. Dipçikle vuruyorlardı. Ayaklarımda hala izleri duruyor. Bizi oradan alıp Mağusa’ya götürdüler. Mağusa’nın dışına. Bizim asker de idare de Mağusa’yı terk etmişti. Kent savunmasızdı. Herkes gitmişti. Ben bunu nereden anladım? Çünkü Türk askerleri Mağusa’nın dışında ellerini kollarını sallayarak dolaşıyorlardı.
Orada epeyce esir toplanmıştı. Genci, yaşlısı, askeri sivili. Sonra onların etrafını büyük bir çember içine aldılar ve ayırmaya başladılar. Yaşlılar bir yana, askerler bir yana filan. Benim yanımdakileri alıp Perçina Bahçelerine götürdüler. Oradan silah sesleri geldi. Öldürüldüklerini görmedim ama silah seslerini duydum. Ardından buldozer sesleri duyduk.
Ben sivil olduğum için başka tarafa aldılar. Bu yüzden kurtuldum. Bizi arabalara yüklediler. Lefkoşa’ya büyük bir garaja götürdüler. Pavlidis’in Garajı imiş. Orada başkaları da vardı. Başımıza ne geleceğini bilmeden kaderimizi beklemeye koyulduk. Orada ne kadar kaldığımızı hatırlamıyorum. Bize yemek niyetine bir şeyler getiriyorlardı. Aradan uzun bir zaman geçtikten sonra bir gün kapıya kamyonlar dayandı. Bizi kamyonlara yüklemeye başladılar. Etrafta Türkiye’ye götürüleceğimize dair laflar söyleniyordu. Kamyonlara bindirilmek üzere götürülürken yine bayağı bir dayak yedik.
Ben en son sıradaydım. En son biz bindiriliyorduk ki; ansızın benim yaşlarımda bir Türk subayı, başka bir subaya Türkçe olarak bir şeyler söyledi. Ben az bir şey Türkçe anlıyordum. Diğer subayın kendisine söylediği o şey üzerine bu subay beni yakamdan yakalayıp, olduğum sıradan çıkardı. Benim anne babasını öldürdüğümü, bu yüzden de beni kendi elleriyle öldürmek istediğini söylemişti. Sonra beni iki asker kollarımdan yakalayıp Milli Muhafız Ordusu’na ait bir Land Rover’e bindirdi. Bize ait bir araçtı ama Türkler ele geçirmişti.
Ellerim bağlıydı. Arabaya gittik. Bir patates çuvalı gibi içeri attılar. Araç hareket etti. Askerler de araca binecekti ki, subay kendilerine ihtiyacı olmadığını söyledi. Yola çıktık. Nereye gideceğimizi merak ediyordum. Bana tek kelime etmedi. O aracı sürüyordu, ben de arkada oturuyordum. Nereye gideceğimizi düşünüyordum. Ailemi düşünüyordum. Aklımdan bin bir türlü şeyler geçiyordu. Lefkoşa’yı geçtik. Nerede ise Mağusa’ya geliyorduk ki, aracı durdurdu. “Allahım sonum geldi” diye düşündüm. Arka kapıyı açtı, beni kapıp dışarı çıkardı. “Beni öldürme ailem var” diye yalvarmaya başladım. Dönüp bana…(Mihali anlatırken ağlar) dönüp bana “seni öldüreceğimi kim söyledi Mihali mu” dedi. Dönüp baktım. Kafasındaki kepi çıkardığında anladım ki o asker, arkadaşım Hüseyin. Beni kurtaran kişi çocukken beraber oyun oynadığım arkadaşımdı…