Yusuf Kanlı: Kıbrıs’ta satranç tahtası yeniden kuruluyor (İkinci Bölüm )
19/05/2025












Kıbrıs sorununda çözüm paradigmalarının tükenişi: Federasyon ile iki devlet arasında alternatif arayışları
Alternatif çözüm arayışları
Kıbrıs sorunu, yalnızca çözüm modellerinin tartışıldığı bir diplomatik mesele değil; aynı zamanda karşılıklı güvensizlik, tanınma savaşları ve kimlik çatışmalarının yıllara yayılmış bir toplamıdır. Bugün geldiğimiz noktada, tartışmalar hâlâ iki uç formül etrafında dönmektedir: federal bir ortaklık mı, yoksa iki ayrı egemen devlet mi? Ne var ki bu iki model de 21. yüzyılın jeopolitik gerçekliği karşısında yeterince işlemez hale gelmiştir.
Birleşmiş Milletler’in 1964’ten bu yana yürüttüğü arabuluculuk çabaları, tarafları defalarca müzakere masasına oturtsa da, bu süreçler neredeyse her seferinde aynı noktada tıkanmıştır. Kıbrıslı Rumlar, siyasi eşitliği hâlâ “temsil eşitliği” değil, “nüfus oranı üzerinden hak” olarak görmektedir. Kıbrıslı Türkler ise, 2004’te Annan Planı’na verdiği açık destekten sonra Avrupa Birliği tarafından cezalandırılmış bir toplum psikolojisiyle, artık federasyon önerilerine kuşkuyla yaklaşmaktadır.
Cumhurbaşkanı Ersin Tatar’ın “Federasyon demek Türkiye’nin Kıbrıs’tan çıkması demektir” ifadesi, yalnızca diplomatik bir duruşu değil, kolektif bir güvenlik algısını da yansıtmaktadır.
Kıbrıs sorununda çözüm paradigmalarının tükenişi: Federasyon ile iki devlet arasında alternatif arayışı
Kıbrıs sorunu, 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren uluslararası diplomasinin en istikrarsız dosyalarından biri hâline gelmiştir. 1960’ta kurulan iki toplumlu ortaklık devleti yalnızca üç yıl ayakta kalabilmiş, Rum ortak tarafından zorla ele geçirilmiş; 1974’teki Yunan darbesi ve Türkiye’nin askeri müdahalesi sonrasında ada fiilen ikiye bölünmüştür. O günden bu yana geçen yarım yüzyılda çözüm arayışları iki temel eksende şekillenmiştir: bir yanda siyasi eşitliğe dayalı federatif bir ortaklık, diğer yanda mevcut fiili bölünmenin iki egemen devlet şeklinde hukuki çerçeveye oturtulması.
Her iki modelin de karşılaştığı ciddi yapısal sorunlar bulunmaktadır. Federasyon modeli, Rum tarafının zihinsel dünyasında hâlâ “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin içine Türk toplumunun entegre edilmesi” şeklinde algılanmakta; eşit kuruculuk, dönüşümlü başkanlık, Kıbrıslı Türklerin mutlak veto hakkı gibi temel unsurlar ya görmezden gelinmekte ya da pazarlık konusu yapılmaktadır. Türk tarafı açısından ise federasyon fikri, özellikle 2004 Annan Planı tecrübesinden sonra ciddi bir kırılma yaşamıştır. Plana %65 oyla evet diyen Kıbrıslı Türkler, hem uluslararası toplumdan beklenen teşvikleri alamamış, hem de AB üyeliğiyle ödüllendirilen Rum tarafının statükoyu pekiştirdiğine tanık olmuştur.
Diğer yandan, iki devletli çözüm modeli de uluslararası platformlarda karşılık bulmakta güçlük çekmektedir. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 541 ve 550 sayılı kararları, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin tek taraflı bağımsızlık ilanını geçersiz saymış ve adanın tek meşru hükümeti olarak Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ni tanımaya devam etmiştir. Bu kararlar, uluslararası toplumun tanıma politikasını şekillendirmekte ve iki devletli çözümün diplomatik düzeyde kabul edilmesini neredeyse imkânsız hâle getirmektedir.
Bununla birlikte, ada üzerinde fiilen iki ayrı halk, iki ayrı yönetim, iki ayrı anayasa ve iki ayrı ekonomik yapı mevcuttur. Bu gerçeklik, federatif çözümleri her geçen gün daha uzak bir ihtimale dönüştürmekte, mevcut statükoyu ise giderek kurumsallaştırmaktadır. Bu durum, çözüm arayışlarının yeni bir yaklaşıma ihtiyaç duyduğunu açıkça ortaya koymaktadır: çözümün şekli kadar yöntemi ve süreç yönetimi de önemlidir.
İşte bu noktada, “üçüncü yol” olarak adlandırılan alternatifler ön plana çıkmaktadır. Bu yaklaşım, ne mutlak tanınma talebiyle iki devletli çözümü savunmakta ne de federasyonun dayattığı yapay birlik kurgusunu sürdürmektedir. Bunun yerine, taraflar arasında teknik, sektörel ve idari düzeyde işbirliği kurularak; güven artırıcı önlemlerle, günlük yaşamın kolaylaştırılmasına ve ortak paydaların güçlendirilmesine dayanan bir süreç inşa edilmesi önerilmektedir.
Kudret Özersay’ın önerdiği “işbirliği modeli”, bu yaklaşımın kurumsal ifadesi hâline gelmiştir. Aynı şekilde, Tufan Erhürman’ın gevşek federasyon önerisi, statü eşitliği vurgusu ve geçiş süreçlerine dayalı yapılanma arayışı; Serdar Denktaş’ın ise halkın devletle bağını yeniden kurmaya yönelik aşamalı çözüm modeli, klasik paradigmalardan uzaklaşma çabasının farklı yönlerini temsil etmektedir.
Kıbrıs’ta artık çözüm, varılacak bir hedeften çok, inşa edilmesi gereken bir süreçtir. Bu sürecin taşıyıcı kolonları ise güven, karşılıklı saygı, işlevsellik ve eşitlik olacaktır. Mevcut tıkanmış modellerin ötesinde, adım adım, teknik işbirliğiyle başlayacak bir barış mimarisi inşa etmek; hem daha gerçekçi hem de sürdürülebilir bir çözüm için yeni bir umut penceresi açmaktadır.
Özersay’ın işbirliği modeli
Kıbrıs sorununda klasik çözüm modellerinin aşınması, yeni ve daha işlevsel yaklaşımların önünü açmaktadır. Bu bağlamda Kudret Özersay’ın yıllardır savunduğu “işbirliği modeli”, tanınma sorununu aşmanın, taraflar arasında güven yaratmanın ve çözüm sürecini somutlaştırmanın pratik yollarından biri olarak öne çıkmaktadır. Özersay’ın yaklaşımı, Avrupa entegrasyon tarihinden — özellikle Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu (AKÇT) modelinden — esinlenmiştir.
“Biz çözüm öncesinde halkların yaşamını kolaylaştıracak alanlarda işbirliği öneriyoruz. Tanınmadan da işbirliği mümkündür. Avrupa Birliği tam da bu şekilde başladı,” diyen Özersay, klasik müzakerelerin yerine kurumsal temas ve ortak çıkar zeminine dayalı bir sürecin işletilmesini öneriyor.
Özersay’ın modeli, federasyon ya da iki devletli yapı gibi nihai statü hedefiyle başlamıyor. Bunun yerine, enerji, çevre, sağlık, ticaret, turizm, afet yönetimi gibi alanlarda kurulacak ortak teknik komitelerle karşılıklı bağımlılığı artırmayı hedefliyor. Bu komitelerin kararları, toplumların günlük yaşamına doğrudan etki ederek çözüme olan toplumsal inancı yeniden canlandırabilir.
Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu da benzer şekilde kurulmuştu. Fransa ile Almanya arasında yaşanan yıkıcı savaşların ardından taraflar, kömür ve çelik üretimini ortak bir kurum üzerinden denetleyerek hem ekonomik bağımlılığı artırmış, hem de siyasal diyalog için bir zemin oluşturmuşlardı. Bugün Avrupa Birliği’nin temeli olan bu girişim, savaşan tarafların teknik işbirliği sayesinde siyasal birlik sürecine girdiğinin somut örneğidir.
Özersay bu örneği Kıbrıs’a şöyle uyarlıyor:
“Bugün uluslararası alanda tanınmıyor olabiliriz. Ancak bir Rum hemşireyle bir Türk doktor, bir hastayı birlikte tedavi ediyorsa, bu ortaklık gelecekteki çözüme dair umut doğurur. Limanlarımız ortak çalışıyorsa, enerji hatlarımız birleşiyorsa, bu tanınmadan daha güçlü bir gerçekliktir.”
İşbirliği modeli, aynı zamanda dış politika açısından da esnek bir açılım sunmaktadır. BM kararlarına takılmadan, taraflar arasında doğrudan temas kurulmasına ve uluslararası kuruluşlarla işlevsel ortaklıkların geliştirilmesine olanak sağlar. UNESCO destekli ortak komiteler, AB fonlarından yararlanılan çevre projeleri ve sağlıkta pandemi sürecinde kurulan temaslar, bu yaklaşımın zeminini pekiştirmektedir.
Bu modelin en güçlü yönü, çözümü uzak bir hedef olmaktan çıkarıp bir süreç hâline dönüştürmesidir. Statü çatışmalarına saplanmadan, kurumlar arası etkileşimle çözümün dinamiklerini oluşturmayı mümkün kılar. Aynı zamanda tarafların birbirini muhatap olarak kabul etmesine gerek kalmadan, fiili işbirlikleriyle çözümün ruhunu inşa eder.
Bu nedenle Özersay’ın işbirliği modeli, ne federatif bir çözüme kapı kapatmakta ne de iki devletli çözüm vizyonunu dışlamaktadır. Tersine, her iki modelin de başarısı için gerekli olan güveni ve birlikte yaşama alışkanlığını önceden oluşturmaya çalışmaktadır. Bu yaklaşım, çatışmadan çıkışta en çok eksik olan unsuru, yani karşılıklı işleyiş güvenini merkezine alarak, Kıbrıs sorununa üçüncü bir çıkış yolu sunmaktadır.
Tanınma olmaksızın diplomatik işlevsellik
Kıbrıs sorununda “tanınma” meselesi yalnızca siyasal değil, aynı zamanda işlevsel bir krizdir. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, uluslararası hukukta bağımsız bir devlet olarak tanınmamakta; buna karşın kırk yılı aşkın bir süredir kendi kurumlarıyla yönetilmekte, seçimlerle belirlenen hükümetlerce idare edilmekte ve toplumsal, ekonomik, kültürel ve akademik faaliyetlerini sürdürmektedir. Bu durum, “tanınmayan ama işleyen” yapılar kavramını uluslararası ilişkiler literatürüne yeniden taşımaktadır.
Uluslararası hukukta bu örneğe benzer pek çok durum mevcuttur. Tayvan, Çin Halk Cumhuriyeti tarafından topraklarının ayrılmaz bir parçası olarak görülmesine rağmen onlarca ülkeyle ticaret anlaşmaları yapmaktadır, birçok ülkede resmi düzeyde temsilcilik açmış ve dünya ekonomisinin güçlü aktörlerinden biri hâline gelmiştir. Filistin, birçok ülke tarafından henüz tam anlamıyla tanınmamakla birlikte, UNESCO başta olmak üzere birçok uluslararası örgütte yer almakta ve resmi muhataplık ilişkileri yürütmektedir. Benzer şekilde Kosova, BM üyesi olmadan onlarca ülke tarafından tanınmış, uluslararası sistemde ikili ve çok taraflı ilişkiler geliştirmiştir.
Bu durum “tanınmadan işlevsellik” ilkesinin uluslararası sistemde giderek daha yaygın bir pratik hâline geldiğini göstermektedir. Kıbrıs Türk tarafı açısından da benzer bir yol haritası izlenmesi mümkündür. Diplomatik tanıma şartı olmaksızın, sağlık, çevre, kültürel mirasın korunması, eğitim, afet yönetimi gibi alanlarda iki toplum arasında işlevsel işbirlikleri tesis edilebilir.
Avrupa Birliği’nin desteklediği çeşitli fon programları ve projeler bu modeli fiilen desteklemektedir. Örneğin, AB tarafından finanse edilen Yeşil Hat Tüzüğü çerçevesinde kuzey ve güney arasında ticaret yapılabilmekte; Avrupa Komisyonu tarafından yürütülen sivil toplum programları aracılığıyla Kuzey Kıbrıs’taki STK’lar doğrudan fonlanmaktadır. UNESCO ve UNDP gibi kuruluşlar, kuzeydeki kurumları muhatap alarak kültürel koruma ve eğitim projeleri yürütmektedir.
Bu yaklaşım yalnızca Kıbrıs Türk toplumunun dış dünyayla temasını artırmakla kalmaz; aynı zamanda Rum tarafının “tek temsilcilik” iddiasına dayalı statükosunu da sorgulanır hâle getirir. Zira Kıbrıslı Türklerin uluslararası sistemde tamamen dışlanması, çözüm karşıtı tutumların teşvik edilmesine ve Güney Kıbrıs’ın tek taraflı avantajları istismar etmesine zemin hazırlamaktadır.
Tanınmadan işlevsellik modeli, “fiili tanıma” ile “siyasi tanıma” arasındaki boşluğu doldurur. Taraflar diplomatik olarak birbirini tanımadan, ortak teknik komiteler kurabilir; bilgi paylaşımı, afet koordinasyonu, sağlık hizmetleri ve çevresel denetim gibi alanlarda işbirliği yapabilirler. Bu işleyiş, çözümün yalnızca metinlerde değil, günlük yaşamda inşa edilmesini sağlar.
Bu bağlamda, özellikle Doğu Akdeniz’de enerji güvenliği, göç rotaları, iklim değişikliği ve sınır ötesi sağlık tehditleri gibi alanlarda eşgüdüm, yalnızca Kıbrıs’ın iç dengeleri için değil, bölgesel istikrar açısından da önemlidir. Kıbrıslı Türkler, bu eşgüdüm mekanizmalarına dâhil olarak hem küresel sistemle bağ kurar, hem de çözüm masasına daha donanımlı, daha meşru ve daha görünür bir aktör olarak oturabilirler.
Tanınmadan işlevsellik ilkesi yalnızca bir çıkış yolu değil; aynı zamanda pratikte çalışabilir ve sürdürülebilir bir çözüme giden en gerçekçi güzergâhtır. Bu ilke, diplomatik tanınma gibi yüksek siyaset başlıklarına saplanmadan, taraflar arasında güven ve dayanışmayı inşa edecek somut işbirliklerinin geliştirilmesine olanak tanır. Bu yönüyle de Kıbrıs’ta barışın zeminini yeniden kurma potansiyeline sahiptir.
Gevşek federasyon modeli
Kıbrıs’ta çözüm arayışlarının bir diğer önemli alternatifi, Cumhuriyetçi Türk Partisi (CTP) Genel Başkanı Tufan Erhürman’ın dile getirdiği “gevşek federasyon” modelidir. Bu model, Annan Planı’nın mimarisine dayanmakta ve esas olarak iki kurucu devletin geniş özerkliğine dayalı bir ortaklık öngörmektedir. Tufan Erhürman, bu yaklaşımı yalnızca bir siyasi tercih değil, aynı zamanda Kıbrıs’ın müzakere tarihinden çıkarılan bir bilgi olarak görmektedir.
“Eğer bu ülkede çözüm olacaksa, bu iki toplumlu, iki bölgeli, siyasi eşitliğe dayalı bir federasyonla olacaktır,” diyen Erhürman’a göre, çözüm yalnızca bir seçenek değil, tarihsel bir zorunluluktur.
Bu yaklaşımda, merkezi federal yapının yetkileri açıkça belirlenmiş ve sınırlanmıştır. Anayasa, yalnızca belirli konuları federal hükümete bırakır; geri kalan tüm yetkiler kurucu devletlere aittir. Kurucu devletler bu yetkilerini egemen bir biçimde kullanır, federal yapı bu kullanıma müdahale edemez. Bu yönüyle model, üniter bir devletten çok bir konfederasyon benzeri yapı arz eder.
Bu yapılanmanın Avrupa’daki örnekleri incelendiğinde, en yakın benzerlik Belçika ve İsviçre gibi gevşek federal yapılarda görülmektedir. Belçika’da üç bölgesel hükümet, kültürel ve ekonomik alanlarda geniş yetkilere sahiptir. İsviçre’de kantonlar kendi anayasalarına sahip olabilir ve bağımsız vergi toplama hakkına sahiptir. Erhürman’ın önerisi de bu tür bir modelden esinlenmektedir: egemenliği paylaşmayan ama işlevsellikte birleşen bir yapı.
Tufan Erhürman, müzakere masasına oturulabilmesi için siyasi eşitliğin pazarlık konusu yapılmaması gerektiğini açıkça belirtmektedir:
“Karşı taraf, dönüşümlü başkanlık ve en az bir Kıbrıslı Türk’ün olumlu oyu olmadan karar alınamayacağı ilkesini kabul etmeden biz müzakereye oturamayız.”
Bu yaklaşım, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 1990’lardan bu yana kabul ettiği kararlarla da örtüşmektedir. 716 sayılı karar, çözümün iki toplumlu, iki bölgeli ve siyasi eşitliğe dayalı olması gerektiğini teyit etmektedir. Ancak bu kararların Rum tarafı tarafından içselleştirilmediği, siyasi eşitliğin hâlâ temsiliyet sayısıyla ölçüldüğü gözlenmektedir.
Erhürman’a göre federasyon modeli, yalnızca çözüm için değil; çözüm sonrası yönetimin de sürdürülebilirliği için gereklidir. Merkezi hükümetin tıkanma ihtimali, kurucu devletlerin istikrarsızlaşması durumunda sistemin işlemesini sağlayacak “denge-fren mekanizmaları” ile önlenmelidir. Bu da çözümün yalnızca metinle değil, işleyişle desteklenmesi gerektiği anlamına gelir.
Bu model, aynı zamanda Türkiye ile ilişkiler açısından da dengeli bir çerçeve sunar. Erhürman, Türkiye’nin garantörlüğünün ve adadaki varlığının federasyonla sona ermeyeceğini, aksine yapının içine entegre edilerek uluslararası güvenlik çerçevesine dahil edilebileceğini savunur. Bu, hem Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki çıkarlarını koruyacak, hem de Kıbrıs Türk halkının güvenlik endişelerine yanıt verecektir.
Erhürman’ın gevşek federasyon modeli; hem kurucu eşitlik ilkesine dayalı anayasal bir yapı önerisi, hem de Avrupa’nın federal deneyimlerinden öğrenilmiş derslerin uygulanabileceği esnek bir çözüm platformudur. Bu modelin başarısı, sadece müzakere masasına oturmakla değil, müzakereyi sürdürülebilir ve sahici kılacak bir siyasal kültürün inşasıyla mümkündür.
Statü eşitliği olmadan müzakere olmaz
Ergün Olgun’un değerlendirmesinde ise Kıbrıs sorununun yıllardır çözüme kavuşamamasının en temel nedenlerinden biri, tarafların müzakere masasına eşit statülerde oturmaması olmuştur. Bu dengesizlik, yalnızca diplomatik semboller düzeyinde değil, müzakere süreçlerinin doğasına da derin biçimde etki etmektedir.
Eski başmüzakereci Olgun’a göre, geçmişteki tüm müzakere süreçleri, Kıbrıs Rum tarafının “tek meşru devlet” kabul edilerek masaya oturması, Kıbrıs Türk tarafının ise bir “toplum lideri” ya da azınlık temsilcisi gibi değerlendirilmesi nedeniyle sonuçsuz kalmıştır. Bu nedenle 2021 yılında Cenevre’de düzenlenen 5+BM gayrı resmi toplantısında Kıbrıs Türk tarafı ve Türkiye, yeni bir çerçeve ortaya koymuştur: “Taraflar arasında egemen eşitlik ve eşit uluslararası statü teyit edilmeden resmi müzakerelere geçilmeyecek.”
“Masaya eğri oturursanız, o masadan çıkan hiçbir şey adil ve kalıcı olamaz,” diyen Olgun, ön müzakere sürecinin çözümün ilk adımı olduğunu vurgulamaktadır.
Bu öneri, Birleşmiş Milletler müzakere terminolojisinde “pre-negotiation phase” olarak bilinen bir aşamayı temsil eder. Bu aşama, tarafların neyi, nasıl, hangi sıfatla ve hangi hedefle müzakere edeceğini önceden tanımlamaya yöneliktir. Kıbrıs Türk tarafı açısından bu süreç; egemen eşitliğin, eşit statünün ve müzakere sonuçlarının taraflarca bağlayıcı kabul edileceği çerçevenin önceden oluşturulmasını ifade etmektedir.
Cenevre 2021 toplantısı, bu yaklaşımın sahaya yansıdığı önemli bir kırılma noktasıdır. Bu toplantıda Kıbrıs Türk tarafı ilk kez resmen iki devletli çözüm temelinde eşit egemenliğe dayalı yeni bir çerçeve önerisini BM’ye sunmuştur. Bu öneriye göre, müzakerelerin başlayabilmesi için tarafların statü eşitliğinin teyit edilmesi ve Rum tarafının Kıbrıslı Türklerin sahip olduğu hakları tanıması gerekmektedir.
Bu yaklaşımın temel dayanağı, yalnızca diplomatik semboller değil; aynı zamanda işlevselliği mümkün kılacak eşitlik ilkeleridir. Olgun’a göre, Kıbrıslı Türklerin kendi kurumlarını seçebilme, kendi yöneticilerini belirleyebilme ve uluslararası alanda muhatap kabul edilme hakkı, egemen bir halk olmanın vazgeçilmez gereğidir.
Bu bağlamda, Cenevre süreci yalnızca bir toplantı olarak değil, müzakere metodolojisinde radikal bir kırılma olarak değerlendirilmelidir. Zira ilk kez Kıbrıs Türk tarafı yalnızca çözüm önerisi değil, aynı zamanda bu çözümün hangi temelde ve hangi eşitlik prensipleriyle yürütülmesi gerektiğini önkoşul olarak masaya koymuştur.
Olgun’un yaklaşımı, yalnızca geçmiş başarısızlıklardan çıkarılan derslere değil; aynı zamanda uluslararası hukukta eşit statülü müzakerelerin başarıya daha yakın olduğu örneklere de dayanmaktadır. Güney Afrika, Bosna-Hersek ve Kosova süreçlerinde, tarafların statü eşitliği sağlanmadan yapılan müzakerelerin ya tıkandığı ya da kısa sürede krizle sonuçlandığı gözlemlenmiştir.
Sonuç olarak, Ergün Olgun’un ön müzakere ve statü eşitliği vurgusu, Kıbrıs Türk tarafının yalnızca bir çözüm istemediğini; onurlu, eşit ve sürdürülebilir bir ortaklık arayışında olduğunu göstermektedir. Bu yaklaşım, çözümün yalnızca masada imzalanacak bir metinle değil, o masanın nasıl kurulduğu ve nasıl işletileceğiyle doğrudan ilişkili olduğunu hatırlatmaktadır.
Adım adım egemenlik
Kıbrıs sorununa yönelik çözüm önerilerinden biri de, siyasal birikimi ve tecrübesiyle Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin eski Başbakan Yardımcısı Serdar Denktaş tarafından dile getirilen “aşamalı çözüm planı”dır. Denktaş, bu yaklaşımını hem bir siyasi strateji hem de toplumsal meşruiyet inşasının zorunlu adımı olarak tanımlamaktadır. Bu modele göre çözüm, dıştan dayatılacak bir metinle değil; halkın güvenini kazanarak ve siyasi iradeyi güçlendirerek içeriden, katman katman inşa edilmelidir.
Denktaş’ın önerdiği modelin ilk aşaması, iç kamuoyunun devlete olan inancını yeniden inşa etmektir. Ona göre Kıbrıs Türk halkı, özellikle son yıllarda kurumlara duyduğu güveni önemli ölçüde yitirmiştir. Siyasal katılım düşmüş, yargı ve kamu idaresine dair şüpheler artmış, yurttaşlar aidiyet duygusunda zayıflama yaşamıştır. Bu koşullarda dış dünyaya “egemen bir yapı” sunmak retorik düzeyde kalmakta; içeride ise toplumsal çözülme derinleşmektedir.
Serdar Denktaş’ın “Kendi insanımız devlete inanmıyor. Bu güven olmadan dünyaya kendimizi nasıl anlatacağız?” sorusu elbette çok anlamlı.
Denktaş’a göre ikinci aşama ise Türkiye ile samimi ve eşitlikçi bir istişare sürecidir. Kıbrıs sorunu, yalnızca Kıbrıslı Türklerin değil; Türkiye’nin güvenlik, enerji ve diplomasi açısından doğrudan müdahil olduğu çok katmanlı bir meseledir. Bu nedenle çözüm planı Ankara’nın da katkı ve eleştirileri doğrultusunda şekillenmelidir. Ancak bu süreç bir “bağımlılık” değil, eşit ortaklık temelinde yürütülmelidir. Ankara ile yürütülecek bu görüşmelerin samimi ve stratejik bir yol haritasına dayanması gerektiğini savunan Denktaş Türkiye’deki mevcut yönetimle ciddi bir doku uyuşmazlığı içinde olduğunun farkında olarak şöyle demektedir:
“Beni sevmeyebilirler ama bir düşünce varsa ortada, oturup bir dinleyin. Öyle bir niyet yoksa o fikir de çürür.”
Son aşama ise uluslararası toplumla diyalog kurulmasıdır. Serdar Denktaş, Kıbrıs Türk tarafının çözüm önerisini önce kendi halkına, sonra garantör ülkeye ve nihayetinde BM başta olmak üzere uluslararası aktörlere sunması gerektiğini vurguladı. Böylece sadece dış meşruiyet değil, iç meşruiyet de sağlanmış olur.
Bu strateji, Avrupa’daki pek çok siyasi inşa sürecine benzemektedir. Almanya’nın yeniden birleşmesinden Kosova’nın tanınma mücadelesine kadar birçok örnekte, çözümün zemini önce içeride oluşturulmuş; ardından dış ilişkiler bu sağlam zemin üzerinde bina edilmiştir.
Denktaş’ın modelinin ayırt edici özelliği, çözümü bir “sonuç” değil, “inşa süreci” olarak görmesidir. Bu süreç, güveni önceleyen, içerideki toplumsal yapıdan başlayarak dış dünyaya açılan bir kurguyla ilerlemektedir. Kıbrıslı Türklerin hem kendi kurumlarına, hem temsilcilerine hem de geleceğe dair ortak bir tahayyüle sahip olmadan uluslararası toplum nezdinde tutarlı bir aktör olamayacağı varsayımına dayanmaktadır.
Aşamalı çözüm modeli; realiteye dayanan, iç dinamikleri önemseyen ve diyaloga dayalı bir siyasal yenilenme önerisidir. Bu modelin temel hedefi, “tanınmak için çözüm” değil, “güvenmek için inşa” yaklaşımıdır. Bu da Kıbrıs Türk halkının özne olduğu bir sürecin, ancak içeriden gelen inançla yükselebileceğini göstermektedir.
Yazılanların bir çoğunun daha önce duyulmadığının farkındayım. Basının görevi dinlemek, aktarmak; kimsenin kampanyasına katkı yapmak değil.
Üçüncü yolun stratejik önemi ve avrupa tipi barış mimarlığı
Kıbrıs’ta çözüm seçeneklerinin tıkanmasıyla birlikte, sahada ve diplomaside “üçüncü yol” olarak nitelenen alternatif modeller giderek daha fazla gündeme gelmektedir. Bu yaklaşımların temelinde yatan fikir, tanınma veya birleşme gibi büyük siyasi kararlar yerine, taraflar arasında teknik ve sektörel işbirlikleriyle güven inşa edilmesidir. Bu süreç, yalnızca çözüm atmosferi oluşturmakla kalmaz, aynı zamanda ortak yaşam becerisi geliştirilmesine de katkı sunar.
Üçüncü yolun dayandığı en önemli argüman, teknik işbirliğinin siyasal uyumun öncüsü olabileceğidir. Kıbrıs özelinde bu yaklaşım, sağlık, çevre, kültürel miras, afet yönetimi, eğitim, tarım ve enerji gibi alanlarda iki toplumun birlikte çalışmasını esas alır. Bu işbirlikleri, ortak komiteler veya AB destekli projeler aracılığıyla hayata geçirilebilir. Zaman içinde bu alanlarda oluşan güven, siyasal meselelerde de daha yumuşak ve gerçekçi bir iletişimin kapısını açar.
Bu yöntem, Avrupa tarihinde başarıyla uygulanan bir barış stratejisidir. Avrupa Birliği’nin doğuşunda temel rol oynayan Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu, aslında Fransa ve Almanya gibi savaşmış devletlerin kömür ve çelik üretimini birlikte yönetmesinden ibaretti. Ancak bu teknik işbirliği, zamanla siyasal yakınlaşmanın altyapısını oluşturdu. Bugün Avrupa’da pek çok barış projesi önce teknik, sonra siyasal uyum üzerinden kurgulanmaktadır.
Elbette bazı siyasiler arasında fikir birliği olduğunu söylemek abartı olur ancak ciddi bir uyumun varlığı da oldukça belirgin. Kudret Özersay’ın “işbirliği modeli”, bu stratejinin Kıbrıs’a uyarlanmış versiyonudur. Tufan Erhürman’ın “siyasi eşitlik pazarlık konusu yapılamaz” yaklaşımı da, bu teknik süreçlerin meşru bir siyasal çerçevede yürütülmesini zorunlu kılar. Serdar Denktaş’ın “önce halkla, sonra Ankara’yla, ardından dünya ile konuşalım” formülü ise, sürecin aşamalı, içten dışa açılan yapısal karakterini pekiştirir.
Teknik işbirliği, aynı zamanda diplomatik statüye takılmadan yürütülebilecek nadir alanlardan biridir. BM, AB ve çeşitli uluslararası kuruluşlar bu tür programlara tarafları muhatap alarak destek verebilmektedir. Bu sayede tanınma sorunu aşılmakta, toplumlararası temas normalleşmekte ve çözümün psikolojik engelleri yavaş yavaş aşılmaktadır.
Bu sürecin önemli bir boyutu da, tarafların birbirini sadece çatışma aktörü değil, ortak meseleleri çözebilecek paydaşlar olarak görmeye başlamasıdır. Bu dönüşüm, yalnızca kurumlar düzeyinde değil; toplumların gündelik yaşamında da karşılık bulabilir. Örneğin bir çevre krizinde birlikte hareket eden ekipler, başka konularda da dayanışma gösterebilir. Bu dayanışma kültürü, siyasi çözümlerin soyut vaadinden çok daha etkili bir güven inşası sağlar.
Üçüncü yol stratejisi, Kıbrıs’ta barışın yeniden tanımlanmasını gerektirecektir. Bu strateji, barışı bir anlaşma metni olarak değil; birlikte yaşamanın pratik ve sürdürülebilir yollarını bulan bir kültür olarak gördüğünden teknikten siyasete doğru ilerleyerek, çatışmalarla yorulmuş adaya umutlu, gerçekçi ve evrensel değerlerle uyumlu bir çıkış yolu sunabilir. Ya da dinlediklerimden ben çok etkilendim.
Barışı inşa etmenin yolu: AKÇT mantığıyla aşamalı, güven temelli bir sürece giriş
Kıbrıs’ta kalıcı ve adil bir çözümün önünde duran en büyük engel, taraflar arasında süregelen güvensizlik ve karşılıklı beklentilerin uyuşmamasıdır. Bu koşullar altında, klasik diplomatik yollarla çözüm arayışının başarısızlıkla sonuçlanması kaçınılmaz hale gelmiştir. Oysa Avrupa entegrasyon tarihinden çıkarılacak önemli bir ders vardır: Barış, önce birlikte çalışarak, sonra birlikte yaşayarak inşa edilir. Bu yaklaşımın temel referansı Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’dur (AKÇT). Fransa ve Almanya gibi iki düşman, ekonomik işbirliği üzerinden siyasi barışı başlatmışlardır.
Özellikle Kudret Özersay’ı dinlerken benzer bir yaklaşım Kıbrıs’ta da uygulanabileceği fikri cazip gelmeye başladı. Tanınma veya birleşme gibi siyasi statü tartışmalarına saplanmadan, adada birlikte yaşamanın pratik yolları üzerinden barışı inşa etmek mümkün olamaz mı? Bu bağlamda “güven temelli bir süreç”, yalnızca taraflar arasındaki ilişkileri iyileştirmekle kalmaz; aynı zamanda müzakere sürecine halkın desteğini artırır, kurumların işlevselliğini pekiştirir ve çözümün toplumsal zeminini hazırlar.
Bu sürecin ilk adımı, birlikte iş yapılabilecek alanların tespitiyle başlamalıdır. Enerji yönetimi, doğal afetlerle mücadele, su kaynaklarının paylaşımı, sağlık hizmetlerinde koordinasyon, çevresel koruma projeleri ve kültürel mirasın korunması gibi konular; hem teknik düzeyde çözülebilir hem de taraflar arasında güven üretme potansiyeline sahiptir. Bu alanlarda kurulacak ortak komiteler veya kurumlar, AKÇT modelinde olduğu gibi tarafların egemenliklerini devretmeden birlikte hareket etmelerini sağlar.
İkinci adım, bu işbirliklerinin uluslararası sistemle uyumlu hâle getirilmesidir. AB, BM, UNDP, UNESCO gibi kuruluşların teknik, mali ve siyasi destekleriyle bu projelerin uluslararası meşruiyeti sağlanabilir. Böylece tanınma sorunu bir kenara bırakılır; işleyen, somut sonuçlar üreten bir çözüm süreci uluslararası toplum tarafından da desteklenir hâle gelir.
Üçüncü adım ise toplumsal katılımın sağlanmasıdır. Barış, yalnızca liderler ve müzakereciler arasında değil; öğretmenler, mühendisler, çiftçiler, öğrenciler, sanatçılar gibi toplumun tüm kesimlerinin katılımıyla inşa edilir. Bu nedenle kurulacak her ortak yapı, yalnızca teknik görevler üstlenmemeli; aynı zamanda toplumlar arası diyaloğu artıracak kültürel ve sosyal projelere de zemin hazırlamalıdır.
Saygın bir akademisyen olan Özersay’ın anlatımından bu modelin temel dayanağını şöyle anlıyoruz: Kıbrıs’ta barış, bir metinle değil, bir alışkanlıkla mümkündür. Günlük yaşamda temas kurabilen, sorun çözebilen, birlikte üretip paylaşabilen toplumlar; siyasi çözüm geldiğinde bu yapıyı benimsemekte zorluk çekmezler. Aksine, siyasi çözüm bu yapının doğal sonucu olarak ortaya çıkar.
AKÇT mantığıyla inşa edilecek aşamalı ve güven temelli bir süreç, Kıbrıs’ta çözümün zeminini yalnızca sağlamlaştırmakla kalmayacak; aynı zamanda çatışmadan barışa giden yolu gerçekçi, sürdürülebilir ve insani kılacaktır. Nasıl? Özersay anlatıyor: Bu süreç, tarafları birbirine mecbur eden değil; birlikte yaşamanın değerini fark ettiren bir ortak geleceğe yönlendirecek ve diplomasi masası, ancak bu toplumsal zemine dayanarak yeniden kurulacak ve kalıcı bir barışı mümkün kılabilecektir.






