Yusuf Kanlı Yazdı: Kardeşlik zekâyla kurulur, tahakkümle değil

YAYIN TARİHİ:
ads ads
14/06/2025

Yusuf Kanlı Yazdı: Kardeşlik zekâyla kurulur, tahakkümle değil

Bir milletin zekâsı üzerine hüküm vermek kolaydır. Hele ki uzaktan, sırtı kalın kürsülere dayayarak, parmak sallayarak konuşmak… Zor olan, anlamaktır. Zor olan, o halkın geçmişine, acılarına, çabasına, suskunluğuna kulak verip oradan bir ses işitmeye çalışmaktır. O sese saygı duymak, işte gerçek büyüklük odur.

Bazı cümleler vardır, kimden gelirse gelsin, üzerinde durmak gerekir. Hele ki bu cümleler bir halkın iradesini, demokrasiye olan inancını, çözüm ve barış umudunu aşağılıyorsa; susmak, görmezden gelmek, yalnızca nezaketsizlik değil, aynı zamanda tarihe karşı vefasızlık olur. Geçtiğimiz günlerde, yılların birikimiyle tanınan bir akademisyen, bir konferans kürsüsünde Kıbrıslı Türkleri hedef alan sözler sarf etti. Evet, hedef belki isim olarak Kıbrıslı Türklerdi ama aslında daha derin, daha kronik bir yara konuşmaya başladı bu vesileyle. Çünkü sözün ucu yalnızca bir kişiye değil, çok daha yaygın ve sistematik bir tavra değiyordu: Küçümseyen, güden, had bildiren bir tavra…

O referandumda ne olduğunu unutmadık

2004’te yapılan Annan Planı referandumu, Kıbrıslı Türkler için sadece bir teknik metne “evet” ya da “hayır” deme meselesi değildi. O sandık, bir halkın geleceğe dair umudunu, statükoya karşı direncini, barışa duyduğu inancı yansıtıyordu. Bugün hâlâ kim “evet” dedi, kim “hayır” dedi diye tartışmak, açıkçası boşuna zaman kaybıdır. Ama şunu bilsin herkes: Ben o gün “hayır” oyu verdim. Ancak canımdan çok sevdiklerim—anam, kardeşlerim, dostlarım—çoğunlukla “evet” dediler. Neden? Çünkü bu halk, ambargolarla boğulmuş, dünyadan dışlanmış, çözümsüzlüğe mahkûm bırakılmışken, bütün riskleri göze alarak barışı denemek istedi. Geleceği için cesaretle irade gösterdi. Ve yüksek sesle şunu söyledi: “Biz buradayız. Biz de varız.”

Yüzde 65 gibi yüksek bir oranla “evet” oyu veren bu halk, güneydeki ezici “hayır”a rağmen vakarını korudu. Çünkü mesele yalnızca bir sonuç değil, bir duruştu. Kıbrıslı Türkler, o gün barışa, çözüme ve kardeşliğe inanmayı seçti.

Bugün dönüp arkasında iktidarıyla muhalefetiyle, askeriyle Türkiye Cumhuriyeti’nin olduğu o kararı “zekâ yoksunluğu” ya da “hainlik” gibi sıfatlarla nitelemek, yalnızca tarihi hafife almak değil; aynı zamanda Kıbrıslı Türklerin demokrasiye, Türkiye’ye ve geleceğe duyduğu güveni de istismar etmektir.

Zekâsız hain olur mu?

Bizi tanıyan bilir, ne fikre sınır çekeriz, ne eleştiriye tahammülsüzlük gösteririz. Lakin bir halkın tamamına ya da ezici çoğunluğuna hakaret içeren bir genelleme yapılırsa, ona da sessiz kalmayız.

Zekâsız hain olur mu hiç? Hainlik zekâ gerektirir; bilinç, niyet, hesap gerektirir. Zekâsız insan hata yapar belki, ama hainlik edemez. Dolayısıyla eğer bir halkın verdiği karar “zekâsızlıktan” kaynaklanıyorsa, o zaman ortada bilinçli bir hıyanet de yok demektir. Ama siz hem “hain” deyip hem de “zeka yok” derseniz, mantığınız önce kendi içinde çöker.

Ama mesele mantık değil elbette. Mesele üstten bakma alışkanlığı. Mesele “biz biliriz, siz sadece dinlersiniz” türü buyurganlıktır.

Öfke nereye yönelik?

Bugün Kıbrıslı Türkler arasında yükselen öfke yalnızca bir akademisyene değil. O cümleler, uzunca bir süredir biriken ama dile getirilmeyen çok katmanlı bir rahatsızlığın fitilini ateşledi. Çünkü bu halk kendisine uzun süredir sadece dışlanmış değil, aynı zamanda aşağılanmış da hissediyor.

Türkiye’den gelen destek elbette kıymetlidir. Bu halk, Türkiye ile bağını hiçbir zaman inkâr etmedi. Ama destek, tahakküme dönüştüğünde, kardeşlik değil vesayet konuşur. Bu aralar Ömer Seyfettin çok sık anılıyor. Niye?

Yönetim biçimi beğenilmeyince, kararlar onaylanmayınca, halkın seçtikleri görmezden gelinince, toplum mühendisliği devreye girince, işte o zaman bu halk kırılır. Ve kırılan halk, ilk fırsatta kırılmanın sesini yükseltir. Bazen sandıkta, bazen kürsüde, bazen de bir konferansın ardına düşen bir tartışmada…

Ne azınlık, ne acizlik

Yıllardır Kıbrıslı Türkler, Rum tarafınca “azınlık” Türkiye tarafından, özllikle artan şekilde son 20 yılda “kendi başına karar veremez” gibi algılanmaya maruz kaldı. Oysa bu halk 1960’ta kurucu ortaktı. 1963’te silahla dışlandı. 1974’te saldırıya uğradı. 1983’te kendi kaderini tayin etti. Bugün her şeye rağmen ayakta kalmayı başarıyorsa, bu halkın aklı, sabrı ve azmi sayesindedir.

Fakat ne acıdır ki, son yıllarda adeta vasatlaştırılmış bir siyasi temsil üzerinden, halkın iradesi gölgelenmeye çalışılmaktadır. Düşünce ayrılıkları hainlikle, farklı sesler ihanetle, çözüm iradesi ise “yabancılaşmak”la yaftalanıyor. Oysa sadakat, eleştirisizlik değildir. Bağlılık, kör itaate indirgenemez. Hele ki kardeşlik, bir halkı azarlamakla değil; dinlemekle, anlamakla mümkündür.

Kıbrıs Türk halkı, Ankara’dan akıl almaz bir kopuş talep etmiyor. Ama saygı bekliyor. Ortaklık, müttefiklik, kardeşlik gibi kavramların içerdiği karşılıklı hürmeti bekliyor. Dayatma değil istişare, küçümseme değil takdir istiyor.

Ve belki de bu yüzden, birkaç talihsiz cümle, yüzeye çıkmış ama uzun süredir biriken bir kırılganlığı tetikledi.

Elbette bir Kıbrıs Türkü olarak halkım gibi ben de akademik ünvanlara sahip kişilere karşı saygılıyım. Kıbrıs’ta, bizim toplumumuzda biat yoktur, aksine her fikir tartışılır, her değerlendirme masaya yatırılabilir. Ama bir halkın iradesi üzerine bu kadar hoyrat bir dil kullanılmaya başlandığında, artık fikri eleştiri değil; ahlaki duruş devreye girer.

Bir halkın üçte ikisini “zekâ yoksunu hainler” olarak yaftalamak, akademik bir analiz değil; mesnetsiz bir öfke söylemidir. Bu söylem ne halkla barışı, ne Türkiye ile kardeşliği, ne de ortak bir gelecek idealini mümkün kılar.

O yüzden tekrar ifade edelim: Kimse kimsenin unvanına, akademik birikimine dil uzatmıyor. Ama halkımızın onuruna da kimse laf söyleyemez.

Kıbrıslı Türkler ne istiyor?

Cevap basit: Saygı. Devletten devlete ilişki.

Kendi kaderini belirleme hakkına saygı. Kendi yöneticisini seçme iradesine saygı. Kendi siyasi tercihlerini ifade etme özgürlüğüne saygı.

Türkiye’nin, Kıbrıs Türk halkına sevgisini hepimiz biliriz. Bu halk da Türkiye’ye karşı tarihsel ve duygusal bağını asla inkâr etmez. Ama ilişkilerin sevgiyle değil, tahakkümle kurulmaya çalışılması, bir toplumu incitir. Ve incinen halklar, sessiz kalmaz. Bugün yaşanan tam da budur.

O yüzden yükselen sesleri, yalnızca bireysel çıkışlara tepki olarak değil, bir halkın saygı ve eşitlik talebinin haykırışı olarak görmek gerekir.

Kardeşlik öğütle kurulmaz

Kıbrıslı Türkler hiçbir zaman şımarmadı. Ne tanınmış bir devlet olma ayrıcalığı yaşadı, ne refah içinde unuttu mücadeleyi. Ama her zaman vakarını korudu. Sessizliğini bile onurla taşıdı. Türkiye’yle bağını kolayca sorgulatmadı. Ama her halk gibi, onurunu zedeleyen bir dili de affetmedi.

Kardeşlik, emirle, azarlarcasına konuşmayla kurulmaz. Kardeşlik ancak karşılıklı saygıyla, eşitlik temelinde kurulur.

Öğüt veren değil, omuz veren bir duruş bekliyoruz. Şefkat dili değil, eşit yurttaşlık dili arıyoruz. Kıbrıslı Türklerin Türkiye’den kopmak gibi bir arayışı yok. Ama onurlu bir ilişki istiyor. Kendi kararını kendisi verebilmek, kendi yolunu kendisi çizebilmek istiyor. Bu istek ne hainliktir ne de zeka eksikliğidir. Bilakis, bir halkın iradesine sahip çıkmasıdır.

Ne yapmalı?

Şimdi yapılması gereken şey öfkeye öfkeyle karşılık vermek değil. Aksine, susanların neden sustuğunu, konuşanların neyi haykırdığını anlamaya çalışmaktır.

Akademisyenler daha dikkatli konuşmalı. Devlet yetkilileri, halkın hafızasında birikenleri küçümsememeli. Ve en önemlisi, Kıbrıslı Türkler artık başkalarının yazdığı rollerle değil, kendi kalemiyle yazılmış bir gelecek istiyor.

Çünkü bu halk sadece geçmişiyle değil, yarınıyla da var olmak istiyor.

Bu da ancak saygıyla mümkün olur.

YAYIN TARİHİ:
Habersiz kalmamak için Telegram kanalımıza katılın
ad ad
TAGS: Yusuf Kanlı
MANŞETLER

HK KIBRIS

© 2024 Haber Kıbrıs Medya Danışmanlık ve Matbaacılık Ltd.