Vazgeçilmezlik sarhoşluğu

YAYIN TARİHİ:
ads ads ads
28/03/2025


Yusuf Kanlı Yusuf Kanlı


 

Türkiye, yeni küresel düzenin pragmatik dengelerinde kendisini vazgeçilmez bir aktör olarak konumlandırıyor. Ancak dışarıda elde edilen bu stratejik esnekliğin, içeride sınırsız bir iktidar algısına dönüşmesi, uzun vadede ülkenin hem iç istikrarını hem de uluslararası meşruiyetini tehdit edebilir. Erdoğan’ın “güçlü lider” olarak övüldüğü bir dünyada, demokrasi ne kadar ayakta kalabilir?

Dünya, 1945’teki Yalta Konferansı’nı hatırlatan ancak çok daha esnek, tanımsız ve kuralsız bir yeniden yapılanma sürecinden geçiyor. Bu kez masada Roosevelt, Churchill ve Stalin yok. Onların yerini Trump, Putin ve daha az bir rolle de olsa Erdoğan almış durumda. Netanyahu ise sahnenin kenarında, her an müdahil olmaya hazır.

Yeni dönemin en dikkat çeken özelliği, kalıcı ideolojik kampların yerini geçici çıkar ortaklıklarının alması. NATO’nun tanımı değişiyor, Çin ile mücadele artık silahla değil yapay zekâ ve yüksek teknolojiyle yürütülüyor, İran gibi eski düşmanlara karşı sahada değil, diplomasi masasında mevzi kazanılıyor.

Orta Doğu’dan Karadeniz’e, Avrupa’dan Güney Kafkasya’ya uzanan çizgide Türkiye artık sadece bir aktör değil; oyun kurucuların buluştuğu platform. Suriye’de Esad sonrası kurulan yeni İslamcı yönetime ilk el uzatan, onu tanıyan, büyükelçi atayan ülke Türkiye oldu. NATO’nun güney kanadının güvenliğini elinde tutan, Rusya ile S-400 krizine rağmen denge kurabilen, ABD ile zaman zaman sertleşen ama kopmayan ilişkileri sürdürebilen bir Türkiye var artık.

Üstelik bu güç, sadece coğrafyadan değil, ikili oynamaktan da geliyor. Türkiye bugün “ya o ya bu” demek yerine “herkesle, ama kendi şartlarımla” siyaset yürütüyor. Bu belirsizlik, eski dünya düzeninde güvenilmezlik sayılırdı; yeni dünyada ise kıvraklık ve manevra kabiliyeti anlamına geliyor.

Hamas’a Yeşil Işık? Yeni Gerçekçilik

Yeni küresel paradigmanın en çarpıcı örneklerinden biri, son günlerde Washington kaynaklı bazı haberlerde net şekilde ortaya çıktı: Eğer Hamas silah bırakır ve terörü reddederse, Gazze’nin geleceğinde meşru bir siyasal aktör haline gelebilir.

Bu, 1990’ların “ılımlı İslam’la barış” tezinin artık bir adım daha öteye taşındığını gösteriyor: Eğer “radikal” İslam bile işlevsel ve “çalışılabilir” ise, onunla da barış yapılabilir. Aynı yaklaşım Taliban örneğinde denenmişti. Ardından Suriye’de HTŞ’nin meşrulaştırılması geldi. Şimdi sırada Hamas var.

Bu gelişmeler, Batı’nın “insan hakları, demokrasi, laiklik” gibi değerleri yalnızca stratejik çıkarlarla çelişmediği sürece savunduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor. Artık önemli olan kim olduğu değil, çalışıyor mu, istikrar sağlayabiliyor mu, uzlaşmaya açık mı gibi sorulara verilen yanıtlar.

İşte bu tablo, Erdoğan hükümetinin iç politikadaki baskıcı çizgisini açıklayan önemli bir çerçeve sunuyor. Türkiye yönetimi, anlaşılan o ki ABD ve Avrupa’nın, eğer Türkiye bölgede stratejik değerini korursa, basın özgürlüğü, muhalefet hakları ya da demokratik yönetişim gibi konuları görmezden geleceğine ikna olmuş durumda.

Bu ikna hali, sadece bir inanç değil; bir stratejiye dönüşmüş gibi. 2016’dan bu yana süren ama son dönemde iyice tırmanmaya başlayan muhalefeti bastırma politikaları, yargı bağımsızlığının askıya alınması, medyanın tamamen kontrol altına alınması; hepsi bu düşünceyle uyumlu.

Peki bu strateji sürdürülebilir mi?

Fırsatçılık Kalıcı Bir Dış Politika Olabilir mi?

Yeni küresel düzenin çıkar odaklı yapısı kısa vadede işlevsel görünebilir. Ama uzun vadede dengesizlik ve güvensizlik üretme riski çok yüksek. Ortak değerler değil çıkarlar üzerine kurulu ilişkilerde, yarının ortağı bugünün düşmanı olabilir. Rusya’nın Ukrayna’daki hatalı hesaplaması buna örnek.

Türkiye’nin Suriye’de sağladığı avantaj, NATO’da artan ağırlığı ve ABD nezdindeki yeniden keşfi elbette önemlidir. Ama bunlar, stratejik değil taktiksel kazanımlardır, eğer arkasında kurumsal yapı ve uzun vadeli güven inşası yoksa.

Üstelik içeride artan baskı, dışarıya da taşarsa –örneğin yeni göç dalgaları, enerji krizleri ya da istikrarı bozacak askeri adımlar– Batı’nın sessizliği bir anda tersine dönebilir.

Kıbrıs Unutulmuş Bir Dosya mı?

Kıbrıs meselesi de bu değişen düzen içinde kendine yeni bir pozisyon buluyor. Son Cenevre görüşmeleri, taraflara sadece bir dizi “güven artırıcı önlem” sunabildi; çözüm değil.

Perde arkasında ise şunu söylemek mümkün: Ne Türk tarafı, ne de Rum tarafı şu an kapsamlı bir çözümün gerçekçi olduğunu düşünüyor. AB’nin etkisi zayıfladı, ABD’nin ilgisi dağınık. Ve böyle bir ortamda, Ankara şunu fark etmiş olabilir:

Eğer Suriye’de, NATO’da, Karadeniz’de Türkiye kritik roller üstlenirse, Kıbrıs kimsenin önceliği olmayacak.

Bu gerçeklik, Ankara’nın “iki devletli çözüm” tezini daha açık savunmasının da önünü açıyor. Uluslararası tanınma değil ama fiilî bir kabullenme inşa ediliyor.

İşte Türkiye bu ortamda, klasik ittifak sistemlerinin dışına taşan bir “denge gücü” haline geldi. Ne tamamen Batılı, ne bütünüyle Avrasyacı. Hem NATO’da hem Rusya’yla masada. Hem İsrail’le gerilimli, hem Hamas’la konuşabilen tek ülke. Bu çoklu pozisyon, Türkiye’ye benzersiz bir jeopolitik kıymet kazandırdı.

Ve bu kıymet, yalnızca dış politikada değil, içerideki siyasi mimaride de belirleyici olmaya başladı.

İçeride Sınırsızlık Algısı: Muhalefete Cephe, Kurumlara Müdahale

Türkiye’de son dönemde yaşanan gelişmeler, dışarıdaki “vazgeçilmezlik” algısının içeride bir tür “sınırsızlık” özgüvenine dönüştüğünü gösteriyor. Muhalefet üzerinde kurulan sistematik baskı, artık sıradan bir siyasi mücadele olmaktan çıkmış, bir tasfiye sürecine dönüşmüş durumda.

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’na yönelik ardı ardına açılan davalar, hakkında verilen tutuklama kararı, “terörle iltisak” iddiasıyla kayyum atanabileceği yönündeki açıklamalar; tüm bunlar, seçmen iradesinin değil, yargı mekanizmalarının belirleyici olduğu bir tabloyu işaret ediyor.

Üstelik mesele yalnızca İmamoğlu değil. Cumhuriyet Halk Partisi’ne yönelik artan baskı, partinin iç dengelerine müdahale eden söylemler ve belediyelere karşı sürdürülen yıpratma kampanyası, iktidarın artık siyaseti kurallarla değil, araçsallaştırılmış kurumlarla yönettiğini gösteriyor. İçişleri Bakanlığı’nın belediyeler üzerinde kurduğu vesayet, RTÜK kararları, yargı eliyle yürütülen itibarsızlaştırmalar… Hepsi, Türkiye’de artık muhalefetin “izinli” olduğu bir rejim modelinin adım adım kurulduğuna işaret ediyor.

Bu yaklaşımın temelinde ise açık bir kanaat var:

“Bölgesel denklemde ben olmazsam Batı ne yapar? O halde içeride ne yaparsam yapayım ses çıkarmazlar.”

Ve bugüne kadar olanlar, bu kanaatin pek de temelsiz olmadığını düşündürecek cinsten.

Radikal Ama İşlevsel: Yeni Küresel Gerçekçilik

Dış politikadaki gelişmeler de bu iç algıyı besliyor. Soğuk Savaş sonrası Batı’nın “ılımlı İslam’la barış” doktrini, artık çok daha esnek bir noktaya geldi. Bugün gelinen aşamada, “radikal ama işlevsel” İslami yapılarla da iş yapılabileceği açıkça görülüyor.

Afganistan’da Taliban’ın yeniden iktidara gelişine gösterilen sessiz kabullenme, Suriye’de HTŞ’nin sahada fiilen meşrulaştırılması ve şimdi de Washington’dan gelen “Hamas silah bırakır ve terörü reddederse Gazze’de siyasi aktör olabilir” mesajları, bu eğilimin somut örnekleri.

Bu, evrensel değerlerin değil; çıkarların, kontrol edilebilirliğin ve müzakere edilebilirliğin belirleyici olduğu yeni bir dünya. Demokrasi, insan hakları, şeffaflık gibi kavramlar; ancak jeopolitik denklemlerle çelişmediği sürece ciddiye alınıyor.

Erdoğan yönetimi ise bu zemini dikkatle okuyor. Dışarıda işlevsel kaldığı sürece, içeride nasıl yönettiğiyle kimsenin ilgilenmediği bir sistemde, kendi modelini pekiştiriyor.

Ve bu yaklaşım, zaman zaman açık övgülere bile dönüşüyor.

Trump Dönemi: Eski Dostluk, Yeni Denge mi?

ABD Başkanı Donald Trump’ın Türkiye ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yönelik son açıklamaları, bu övgü dilinin ne kadar kişiselleştiğini gösteriyor. Trump, Beyaz Saray’da Türkiye’yle ilişkiler üzerine yaptığı açıklamalarda, Erdoğan için şu ifadeleri kullandı: “Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı çok iyi tanıyorum. O çok güçlü bir lider. Türkiye harika bir ülke ve bizim için çok önemli bir ortak. Erdoğan işini çok iyi yapıyor. Onunla birlikte çalışmak her zaman kolay ve verimli oldu.”

Bu sözler, yalnızca diplomatik nezaketin ötesinde, Erdoğan ile Trump arasında geçmişten gelen doğrudan ilişki biçiminin geri döndüğünün işareti. Trump yönetiminde “liderden lidere” model yeniden sahnede.

Öte yandan, yeni ABD Dışişleri Bakanı Marco Rubio’nun geçmişte Erdoğan’a karşı zaman zaman eleştirel çıkışlar yaptığı bilinse de, son dönemde Washington’dan gelen açıklamalar hâlâ Türkiye’ye dönük stratejik nezaket tonunu koruyor. “Yapıcı ortak”, “bölgesel denge unsuru”, “önemli NATO müttefiki” gibi ifadeler yalnızca diplomatik zarafet değil; aynı zamanda Türkiye’nin içerideki otoriter yönelişinin, dışarıda tolere edildiğinin dolaylı ifadesi.

Ancak bu tür övgülerin geçmişte ne kadar sürdürülebilir olduğu, Ortadoğu tarihinden iyi bilinir. Saddam Hüseyin, Batı’nın uzun süre “denge unsuru” olarak tuttuğu bir liderdi. Kaddafi, enerji ve göç konularında Batı ile yıllarca pazarlık yaptı. Hüsnü Mübarek, Mısır’da “istikrarın teminatı”ydı. Ama çıkar dengeleri değiştiğinde hepsi gözden çıkarıldı.

Rubio gibi isimlerin başta toleranslı mesajlar vermesi, Türkiye’nin vazgeçilmezliğini garanti etmez; yalnızca Washington’un henüz stratejik çıkarlarının Türkiye’deki rejimle çelişmediğini gösterir.

Güçlü Görünen Yalnızlık

Türkiye bugün tarihi bir moment yaşıyor. Yeni Yalta düzeninde yalnızca masada oturmuyor; kimi başlıklarda kalem oynatıyor, harita çiziyor, denklemleri şekillendiriyor. Suriye’de dengeyi değiştirdi, Gazze ve Hamas konusunda tek temas kanalı hâline geldi, NATO içinde pazarlık gücünü artırdı, ABD ile yeniden doğrudan ilişki kurdu.

Ancak bu güç, sadece dış politikada değil, iç siyaset ve toplum düzeninde de bir sorumluluk üretmeli.

Vazgeçilmezlik, sınırsızlık anlamına gelmemeli.

Çünkü göz yumulanlar, bir gün gözden çıkarılabilir.

Bugün masada olmak, yarın yalnız kalmayı engellemez.

Erdoğan yönetimi eğer Türkiye’yi yalnızca bölgesel değil, küresel bir aktör olarak konumlandırmak istiyorsa, bunu içeride kurumsal denge, hukuk devleti, özgür medya ve demokratik rekabet temelinde yapmak zorundadır. Aksi halde bugün elde edilen taktiksel başarılar, yarın stratejik yalnızlığa dönüşebilir.

Ve bu yalnızlık, ne dışarıda ne de içeride kolay telafi edilemez.

 

YAYIN TARİHİ:
Habersiz kalmamak için Telegram kanalımıza katılın
ad ad
TAGS: Yusuf Kanlı
MANŞETLER

HK Yusuf Kanlı

© 2024 Haber Kıbrıs Medya Danışmanlık ve Matbaacılık Ltd.