Anne Olmak ve Anneler Günü
10/05/2025











Ayla Kahraman
Anneliğin kutlanmasının tarihçesine baktığınızda, Antik Çağa doğru bir gezintiye çıkmanız gerekir. İlkbaharın başlaması ile anneliğin kutsanması bir arada kutlanırmış, 3-5 bin yıl önce. Anadolu tanrıçası Kibele için de analık-doğanın uyanışı birbirleri ile ilişkilendirilmiş.
Farklı ülkelerde farklı tarihlerde anneler günü kutlamaları yapılmaktadır ancak Mayıs’ın ikinci pazarı pek çok ülkenin uyduğu bir tarih olarak kabul edilmiş. Bu 20nci yüzyılın başlarında yasallık kazanmış bir tarih olsa da bir evladın, kaybettiği annesine duyduğu özlemle, annesini anma gereksinimi yasanın oluşumuna neden olmuş.
Anne olmak ciddi bir sorumluluk ve son nefesimize kadar devam eden, vazgeçilmez bir sevgi, şefkat kaynağını yürekte ve akılda taşımakla ilgili bir deneyimdir. Nasıl olmasın ki… anneliğimizi canı gönülden yüklenerek kadınlığımızı gömdüğümüz, gömülmesine ses çıkarmadığımız bir tarihe sahibiz hepimiz.
Sistem, tarih, gelenek; hangi taşı kaldırsalar, altında bir anne ararlar.
Çocuk, öğretmenine çok mu düşkün? Demek ki anne ile kurduğu ilişki, bağımlı ilişki.
Adam ilişkilerini yürütemiyor mu? Hiçbir kadın annesine benzemiyor ki…
Kaygılı, korkak… Dön bir annesine bak. Mutsuz, depresif… Anne nasılmış, bir geçmişe bak…
Uygun ortamda büyümüş mü? Babası şiddete mi başvurmuş? Anne neden onu terk etmemiş ki?
Kaç yaşında olursak olalım, sadece ruh hallerimiz değil; becerimiz, başarımız, mutluluğumuz birilerine eksik geldiğinde, kapılar aralanır, sessizce: "annesi nasıl yaklaşmış?"
Pek çok sorun tarama ölçeğinde, anne ile ilişkinin detayları aranır. Psikoterapide, yaşamla kurulan ilişkinin bu ilk ve çok önemli halkası defalarca aynı zincire ulanır: Anneler… anneler…
Bazen, varken yok edilirler. Kadın olma, insan olma ayrıcalık ve hakları; analık mertebesinin aşağılarındaki basamaklara indirilir ya da yok edilir.
Varoluş değerleri, benlik algıları gasp edilir.
Yok edilen ya da gasp edilen sadece annenin varoluşu değildir. Çocukluğun masumiyetidir, inancıdır.
Çocuklar, anneyi sevmemeleri gerektiğine inandırıldıklarında, anneden uzak tutulduklarında, yüreklerini buz tutmaya bırakırlar. Neden mi? Çünkü bir çocuk anneyi sevmekten kendini alıkoyamaz. İster beş ister on beş isterse yirmi beş, elli beş yaşında olsun. Anneyi sevmekten alıkoyamadığı yüreğini susturmak, hapsetmek zorunda bırakıldığında, kendine ve dünyaya karşı eksik kalır. Kendini ve dünyayı anlamlandırması, yorumlaması ve sevmesi hak ve görevlerini gerçekleştiremez. Bu olmadığında ise, meydan -en şanslı durumda-, nevrozun acı çığlıklarına kalır.
Annelerin, yokken var edildikleri de olur, sıklıkla. Çocuğa sunulan düşlerin içinde yaşarlar. Hayal olsa da çocuk kalbini sıcak tutarlar. Masallar, şarkılar, şiirler, romanlar, hikayelerle her çocuğa ulaşırlar. Bazı çocuklar için bildikleri tek anne olurlar.
Bazı anneler, masal kahramanlarının, gerçek dünyadaki sureti olurlar. Doğurmadan anne olurlar. Evlatlarını kalplerinde büyütürler. Davranış, tutum ve duygusal bütünlükleri ile hepimize gerçek annenin ne olduğunu gösterirler. Çoğumuz, gözlerimizdeki görünmez bağı indiremediğimiz için, tarihi bir hataya düşeriz ve bu annenin ne kadar gerçek olduğunu görmezden geliriz. Bu algısal hata, anneyi ve çocuğu incitir, kanatır. Analık hak ve görevleri tehlikeye düşen anne ve onu doğuran biyolojik anneyi gerçek anne olarak düşünmeye zorlanan bir çocuk. Trajedinin atlatılması, gene kalpte büyüten gerçek anneye kalacaktır. Dünyanın bütün anasız çocuklarına, anne kalbini sunmaya hazır olan, o cömert anaya.
Ya babalar…
Theodere Hesburgh'un bu günlerde sosyal paylaşım sitelerinde dolaşan sözleri, belki güzel bir ilk adımdır: "bir babanın çocuklarına yapacağı en büyük iyilik, onların annelerini sevmektir."
Artık eş, hayat arkadaşı olmadıklarında bile, anneyi sevmeyi başarmak, anneyi sevmeye devam etmek. Sanırım babalara düşen en önemli görev bu. Çocukları için.






