UBP-HP Türkiye’den gelecek paraya değil sistemi düzeltmeye odaklanmalı

ads ads ads ads
09/06/2019

ads

Birikim Özgür Birikim Özgür


UBP-HP Türkiye’den gelecek paraya değil sistemi düzeltmeye odaklanmalı

2019 yılında Türkiye’den dış yardımlar kapsamında KKTC’ye sağlanacak hibe ve kredilere ilişkin tablo netleşmiş değil.

Bunun sebebi 2016-18 protokolünün devamı gibi formüle edileceği anlaşılan 2019 ek protokolünün henüz somutlaşmamış olması.

Ancak kamuoyunda genel algı itibariyle siyasi yaptırım gücünün ön plana çıkmış olması ürkütücü.

Bazı önemli görüş ve eleştiriler var.

Güvensizliğe bağlı tedirginlik hat safhada…

Birileri güvensizlik ve tedirginlik üzerinden siyaset devşirme derdinde olabilir ancak bu durum kamuoyuna mal olmuş bu minval görüş ve eleştirileri etkisizleştirmiyor.

Türkiye’de artık Kıbrıslı Türklerin ekonomik yönden güçlenmesi hedefini ön planda tutan bir yönetim anlayışı bulunmadığı üzerinde duruluyor.

Birtakım senaryolar var:

1) Türkiye, Cumhurbaşkanlığı seçiminde çözüm yanlısı bir liderin seçilmesini istemiyor.

2) Türkiye savaş dâhil her türlü senaryonun gündeme geldiği Doğu Akdeniz’de kendine ayak bağı olmayacak sağcı bir KKTC hükümeti ile çalışmak istiyor.

3) Türkiye’nin İlahiyat Kolejini devralmak başta olmak üzere birtakım sosyal ve kültürel konularda KKTC’den beklentileri var; bu beklentiler Arife günü Başbakan Tatar ve Başbakan Yardımcısı Özersay’a iletildi ve el sıkışıldı.

Bu bağlamda;

1) Dörtlü koalisyon döneminde durdurulan dış yardım mekanizma yeniden canlandırılacak.

2) UBP-HP hükümetinin Cumhurbaşkanlığı seçimine kadar harcamacı bir yaklaşımla ülkeyi yönetmesi ve tepki çekecek uygulamalardan (reformlardan ve mali disiplin uygulamalarından) imtina edebileceği koşulların oluşması sağlanacak.

Bu köşeyi yakından takip ettiğini bildiğim pek çok insan bu gibi varsayımlardan hareketle beni uyarma ihtiyacı hissediyor:

“Bugüne kadar savundukların nedeniyle zorda kalacaksın”.

Mali disiplinin terk edildiği ya da reformların hayata geçirilmediği koşullarda Türkiye’nin sunduğu kredi olanaklarının zehir etkisi yaparak sorunlarımızı halı altına süpürmemize yol açtığı şeklindeki düşüncem bakidir.

Dün de bugün de yarın da bu görüşü savundum, savunmaya devam edeceğim.

Çünkü kendi ayakları üzerinde durabilen, kendi sorunlarını sahiplenen ve zor da olsa siyasi irade sergileyip sorunlarını çözmek adına gerekli adımları atabilme kapasitesine kavuşmuş bir halk olabilme idealinin başka bir alternatifi bana göre yok.

İdealize ettiğim ve savunduğum dış yardım modelini ise ben icat etmedim.

Model, AB modelidir.

Ancak gerçek o ki ülkemizde AB kendi geliştirdiği modeli siyasi mülahazalarla etkin ve verimli kılabilmiş değildir.

AB’nin yürüttüğü Kıbrıs Türk Toplumu Yardım Programı, taşıma suyla değirmen döndürmeyi değil altyapımızı, sivil toplumumuzu, beşeri sermayemizi ve ekonomimizi geliştirmeyi hedefliyor.

Bu kapsamda program uygulamaları için 2006-2018 yılları arasında 520 milyon Euro kaynak ayrılmış.

Programın uygulanmasından sorumlu birim ise 2015 yılında kurulan Yapısal Reform Destek Birimi.

Doğrudan Avrupa Komisyonu Başkanına bağlı çalışan bu birim AB üyesi ülkelerin kendi sistemlerindeki aksaklıkları ortadan kaldırarak güçlenmelerine ve sürdürülebilir ekonomik yapıya kavuşmalarına yardımcı oluyor.

“Kıbrıslı Türkleri çözüme hazırlama” ana argümanı ile yürütülen bu program verimli olamadığı için Türkiye ile yürüttüğümüz programların aynı paralelde kendi kendine yetebilen bir sistem ve sürdürülebilir ekonomi hedeflerine hizmet etmesi çok büyük önem taşıyor.

Türkiye ile dış yardım ilişkimizle AB ile ilişkimiz arasındaki en temel fark ise cari harcamalara katkı boyutudur.

Türkiye’nin cari harcamalarımıza katkı yapıyor olması bizi madden ve manen “besleme” pozisyonuna sürüklüyor.

Besleme olmak öyle bir şeydir ki sorunlar siyaset tarafından sahiplenilemiyor, sistemi iyileştirme perspektifi siyaseten ön plana çıkamıyor, bütçe açığı gibi temel sorunları gündeme getirdiğimizde “bunu kafasına takan bir tek sen varsın” diyerek insanlar bizimle alay ediyor.

Bu üzücü tespit zehirlenmenin toplumsal boyutta olduğunun bir göstergesi aslında…

Türkiye de bunun çok iyi farkında.

Yardımların yol açtığı olumsuz etkileri hafifletmek amacıyla son iki programda bütçe açığına katkının önemli bir kısmı reform destek ödeneğine aktarıldı.

Ancak artan yerel gelirlerle doğru orantılı biçimde bütçe açığına katkı ihtiyacı azalınca rehavet ortamı oluştu.

Rehavet ortamı nedeniyle reformlar hayata geçirilmediği gibi mali disiplin prensibi de terk edilerek son mali yıl bütçesi 851 milyon TL açıkla onaylandı.

Burada “atın ölümü arpadan olsun” mantığıyla güdülen bir siyaset var.

“Biz elimizi taşın altına koymayalım da varsın sistem çökecekse çöksün” siyaseti var.

“Beslemelik” var.

“Nasıl olsa Türkiye açığı kapatır” mantığıyla dondurulmuş bir siyasi akıl var.

Hükümet değişikliklerini yorumlarken aynaya bakmak yerine sahtecilikten medet umma var:

“Türkiye sivil darbe yaptı”, vs.

Gelinen aşamada;

Türkiye’nin ne yapacağından ya da ne yapmak istediğinden bağımsız olarak bizim Türkiye ile dış yardım ilişkimizden beklentimizi siyaseten netleştirmemiz gerekiyor.

UBP-HP koalisyonu sistemi ayağa kaldırmak için ne yapılacağını anlatmaktan ziyade Türkiye’den kaynak akışının kısa süre sonra başlayacağı mesajından medet umar bir görüntü ile göreve başladı.

2016-2017 tecrübesi henüz belleklerde çok taze...

Reformlara karşı çıkan hükümetin “dayatmalarına” boyun eğilmedi ve protokol imzalanmadı.

Eyvallah.

Sonrasında ise UBP-DP hükümeti döneminde kesenin ağzı açıldı.

Ama reformların r’sinin dahi konuşulmadığı bir süreç oldu bu.

Üstelik Ocak 2018 erken genel seçimleri arifesinde ihtiyaç olmamasına rağmen bütçe açığına 150 milyon TL katkı sağlanarak bütçenin 107 milyon TL fazla vermesine ve bu yolla seçim sürecinde UBP’ye avantaj sağlanmasına, değişimden söz edenlerin uzaylı durumuna düşmesine hizmet edildiği de ayrıca not edilmeli.

UBP elini kolunu sallayarak seçimden “zaferle” çıktı çıkmasına ama 3 yıl sonra yine benzer bir sürecin ikinci aşamasında (hükümet değişikliğinin ardından) sistemi ayağa kaldırmayı değil Türkiye’den gelecek parayı siyaseten ön planda tutmayı yeğlediği gözlemleniyor.

Başbakan Tatar “Türkiye’den 1,2 milyar alacağız” diyor.

Alacaksınız güzel de Sayın Başbakan ne karşılığında alacaksınız?

Önemli olan bu…

* Tabloda X ile ifade edilen miktar 2018 yılında başlatılıp henüz tamamlanmamış olan altyapı ve reel sektör projeleri kapsamında 2019 yılına devredecek ödeneklerdir.

2016-18 dönemindeki yanlışın tekrarlanmaması bakımından;

1) Bütçe açığına katkı kaleminin mali disiplinin yeniden tesis edilmesi şartına bağlanması ve 2) Reform destek ödeneği kalemine ilişkin uygulama şartlarının aynen muhafaza edilmesi hayati öneme haizdir.

Belli oluyor ki 2019 yılı 2016-2018’in devamı şeklinde kör topal geçiştirilecek.

2020-2022 protokolünde aynen AB uygulamalarında olduğu gibi taşıma suyla değirmen döndürme siyasetinin kökünü kazımak amacıyla cari harcamalara katkı mevhumunun tamamen ortadan kaldırılması Türkiye ile ilişkilerimizin normalleşebilmesi için şart görünüyor.

Savunma için sunulacak hibelerin sadece savunma giderlerinde kullanılacak şekilde şartlı sunulması; reform destekleri ile altyapı ve reel sektör projelerine desteklerin ise daha güçlü ve görünür biçimde uygulanması, 2020-2022 döneminde şeytanın bacağını kırmamıza yarayabilir.

“Allah’tan ümit kesilmez” diyerek izlemeye devam edeceğiz.

Türkiye ile dış yardım ilişkimizin zehir etkisini ortadan kaldırıp ilaç etkisini ön plana çıkarabildiğimiz oranda “biz” olacağız, “var” olacağız, geleceğe daha güvenle bakacağız.

Türkiye’yi sevip sevmediğimize ya da Türkiye’ye güvenip güvenmediğimize dair bol laf üretmeden önce kendi toplumunuza olan sevgimizi ve güvenimizi slogandan öte somut çıkış yolları önererek gösteremediğimiz müddetçe dost ya da düşman herkes bizim için “zehir beyinlerini esir aldı” demeye devam edecek…

09/06/2019 15:08
Bu habere tepkiniz:
Habersiz kalmamak için Telegram kanalımıza katılın
ad
ad
TAGS:
MANŞETLER

HK Birikim Özgür

© 2024 Haber Kıbrıs Medya Danışmanlık ve Matbaacılık Ltd.